29 Aralık 2012 Cumartesi

Ljubljana'da Christmas

Aralık başından beri Avrupa'nın pek çok yerinde olduğu gibi Ljubljana'da da Christmas için hazırlıklar vardı. Ljubljana'daki Christmas ışıkları ise 4 Aralık'da etkileyici bir törenle açıldı. Geç gelen bir yayın olacak ama en azından 2012 bitmeden Ljubljana'daki Christmas görüntülerini yayınlamak istiyorum.

Ljubljanica nehri ve ışıklar

Preseren meydanındaki ışıklandırma


Preseren Meydanı ve Christmas Pazarı 


Kongresni Meydanı


Kongresni Meydanı ve Kuklacıklar


Tam Christmas öncesi gittiğim Milano ve Paris'in Christmas zamanlarını kıyaslarsak bence Ljubljana'daki görüntüler daha etkileyiciydi. Paris'in çok çok daha güzel olacağını düşünmüştüm ama sandığım gibi olmadı. Belki de Ljubljana küçük olduğu için yapılanlar daha görkemli geliyordur, bu da bir ihtimal. Ancak Christmas pazarlarına kesinlikle bayılıyorum. Hava sıcaklığı eksilerde gezmese mevsimlerden yaz olduğuna inanacağım kadar da kalabalık oluyor. Kısacası Christmas ışıkları güzel ama pazarları daha güzel. 

10 Aralık 2012 Pazartesi

Preseren'in Aşkı


Bundan önceki yayınlarda ünlü ozan France Preseren'in ölümsüz aşkına baktığından bahsetmiştim. O yazıdan çok kısa süre sonra gözlerinin izini sürdüm ve biricik aşkını buldum. Preseren normalde başka bir yere bakıyormuş gibi gözükse de kendisini bu eforundan dolayı takdir ediyor ve ölümsüz aşkı ile çekildiğim çok önemli ve özel fotoğrafım ile sizleri başbaşa bırakıyorum.



21 Kasım 2012 Çarşamba

Veronika Ölmek İstiyor

Bir metinlerarasılıklar fanı olarak Paulo Coelho'nun Veronika Ölmek İstiyor adlı kitabının hikayesinin Slovenya'da geçtiğini öğrenince hemen okumak istedim. İlk sayfadan itibaren Slovenya ile alakalı izler bulmak ve yazarın Slovenya hakkındaki düşünceleri beni güldürürken düşündürdü çünkü en başta benim de Slovenya'ya olan yaklaşımımın çoğu insan gibi aynı olduğunu gördüm. Örneğin, kitabın ikincisi sayfasında geçen hikaye bu şekilde:

Bilgisayar oyununun resminin hemen altındaki yazısına şu sözlerle başlamıştı gazeteci:
"Slovenya nerededir?" "Bu kadar olur yani," diye düşündü, "Slovenya'nın nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor." Oysa Slovenya diye bir yer vardı işte; dışarıdaydı, içerideydi, çevresindeki dağlarda, şu anda baktığı meydandaydı; Slovenya onun ülkesiydi."

Hikayeye göre Veronika birçok ilaç içerek intihar ediyordu. Derin bir uykuya dalmayı beklerken eline bir dergi alarak okumaya başlamıştı. Tam da o sırada bir gazetecinin Slovenya ziyareti sonrası kaleme aldığı yazı ile karşılaştı ve bir gazetecinin ülkesini başkalarına bu şekilde aktarışını içine sindiremedi ve yaşamının son edimini, o dergiye bir mektup yazıp, Slovenya'nın eski Yugoslavya'nın bölündüğü beş yeni cumhuriyetten biri olduğunu açıklamaya karar verdi. Böylece Veronika'nın ülkesinin nerede olduğunu bilmeyen bir dergi yüzünden yaşamına son verdiğine inanacaklardı. Bir nevi ülkesinin onuru için canına kıymış olacaktı.

Bir koşan tavuk olarak Slovenya

Bu hikaye bana o kadar tanıdık geldi ki. Kuzeyinde Avusturya, Kuzey doğusunda Macaristan, doğusunda Balkanlar ve batısında İtalya olmasına rağmen Slovenya'yı kimsenin bilmemesi, Slovenya'da sadece 2 milyon insan yaşaması, bu 2 milyon insanın kendilerine ait ve oldukça zor bir dillerinin olması, sizce de çok komik değil mi? Ama tatlı komik bir durum ki hoşuma bile gidiyor. Hatta Erasmus'un böyle küçük şehirlerde yapılmasının daha iyi olacağını bile söyleyebilirim, Slovenya'da olmasını ise kesinlikle tavsiye ederim. Trafik derdi yok, yemek derdi yok, sakin, huzurlu, güzel ve geceleri çılgın. Sanki Ljubljana bir okulun kampüsü de içinde birçok öğrenci varmış gibi bir duygu. Geçenlerde Slovenya'nın haritadaki şeklinin tavuğa benzetildiğini öğrendim. İtalya'nın çizme olduğunu herkes biliyor da, neden kimse Slovenya'nın tavuğa benzediğini bilmiyor? Boşuna Slovenya'nın adı değiştirilsin demedim. 

Preseren Trg

Kitapta ilgimi çeken bir başka ayrıntı da Slovenlerin biricik ozanı France Preseren. Preseren Trg olarak adlandırılan bir meydanları da var. Hatta ben bir süre Preseren'i doğru olarak telafuz edememiştim, pi-re-ve-re-sen gibi bir seslendirme yapıyordum, halbuki gayet basit: pı-re-şe-ren. I am good at punctuation, biliyorsunuz. Doğrusunun pronouncation olduğunu biliyorum ama o da ayrı bir geyiğe göndermeydi. Preseren amcamızın da hikayesi şu şekilde: Günlerden bir gün Slovenya'mızın gururu şair Preseren bir gün kilisenin birinde genç bir kız görüp, tutkuyla aşık olmuş. Bu kıza şiirler yazıp, evlenme hayalleri kuruyormuş. Ne var ki bu kız üst düzey bir ailenin kızıymış. O da bir patrician yani. Şair, kilisedeki o rastlantıdan sonra kızımıza bir daha hiç yaklaşamamış ve o rastlaşma en güzel şiirlerinden birinin esin kaynağı olmuş. Efsaneye göre, Preseren Trg'de bulunan Şair Preseren'in heykeli dümdüz tek bir noktaya bakıyormuş ve bu noktayı izlediğimizde yanındaki taş binalardan birinin taş duvarına oyulmuş bir kadın yüzü fark edermişiz. İşte orası biricik aşkı Julia'nin yaşamış olduğu evmiş ve Preseren ölümünden sonra bile, sonsuza kadar "İmkansız Aşk"ına bakmayı sürdürecekmiş.  Preseren'in gözlerini takip edip bu efsane gerçek mi değil mi bilmek istiyorum. 

İşte bunlar da bazı anılarımdı. Bu aralar, aslında bu hafta da dahil olmak üzere 2 haftadır, gezilere gitmedik. Hafta sonu burada kalıp my crazy slovenian neighbours olarak tanımladığım komşularımla zaman geçirmek daha cazip geldi. Yine de en kısa zamanda gezilere yeniden dönmek istiyorum, en azından Slovenya civarındaki yerleri görmeden dönmemeliyim. Sözlerimi "All you need is love in Slovenia" ile bitiriyorum. Esenlikler. 

7 Kasım 2012 Çarşamba

Saraybosna: Biz Burada Ne Yapıyoruz?

Münih gezisinden sonra Ljubljana'ya 19.00 civarında ulaştık. Ljubljana'yı yine çok özlemiştik ancak kalan tatil günlerini yine illa ki bir gezide geçirecektik. Zaten geçen ay yemek kuponlarımız yetmedi, öğrenci menüleri yiyemiyorduk :( Burada yazar kendisi ve Polonyalı arkadaşı Hanna'dan bahsediyor. Kendisi blogumda onu "Polish Girl" olarak çağırabileceğimi söyledi. Çılgın İspanyol arkadaşım Belen'i ise "Crazy Crazy Crazy" olarak çağırabilirim. Bunları dost sohbetlerimizde bol bol konuşuruz, ben şimdi Saraybosna gezisine geleyim.

Akşam tren istasyonuna perişan bir halde vardıktan sonra hemen yeni planlarımızı yapmaya koyulduk. Gezi grubumuzda bulunan diğer arkadaşlarımız staj için Erasmus'da olduklarından dolayı biz öğrenciler kadar rahat değildiler, Balkanlar'a gitmek için de onları beklemiştik yine Polonyalı arkadaşım ile. Aslında ilk başta Prevoz ile Split'e ulaşıp, Split-Dubrovnik-Saraybosna-Belgrad-Ljubljana ile mükemmel bir daire çizmeyi planlamıştık. Araba kiralayarak tüm Balkanlar'ı fethedebilirdik, ama araba kiralamak biraz da sorumluluk istiyor. Son ana kadar yine program da belli olmadığından trenle gidelim dedik. 5 kişilik grup biletlerinin fiyatı da fena değildi. Böylece Münih'den ayağımızın tozuyla gelip ertesi gün gideceğimiz gezinin planlarını netleştirdik ve hazırlıklara başladık. Planımız çarşamba gece treniyle Saraybosna'ya gidip, pazar sabahı tekrar trenle dönmekti. Sonradan cumartesi gece trenine binmeye karar verdik, yani Bosna'da geçireceğimiz 2 gece 3 günümüz vardı. Bu sefer gidilecek yerlerin araştırmasını da yaptık tabii.

Bursa Belediyesinin bankı 

Sabah saatlerinde Saraybosna'ya ulaştık ve tren istasyonundan çıktıktan sonra hepimizde "Biz burada ne yapıyoruz?" duygusu oluştuğuna eminim. Gruptan bazıları İsviçre'ye gitmek istiyordu, özellikle onlarda bu duygu tavan yapmış olabilir. Kaldığımız hostel, "Hostel Traveller's Home", şehir merkezindeydi ve tren istasyonunun önünden geçen 1 numaralı tramvaya binerek, merkeze ulaştık. Aslında 20 dakikalık yürüme mesafesinde ama sabahın 7'sinde eşyalarla yürümeye üşendik. Ardından hostelimize yerleştik, bence başarılı bir hostel tercihiydi. Oldukça temiz ve ev havasında bir hosteldi, kahvaltının da dahil olması mutlu etti. Sonra yine 5 dakikada Saraybosna avucunuzun içinde kitapçıklarını ve haritaları ele alarak gideceğimiz yerleri işaretlemeye başladık. Gitmeden okuduklarım da Saraybosna'da görülecek çok yer olmadığı yönündeydi. Benim ilk izlenimimse Anadolu'da bir şehir hatta ilçe gibi olmasıydı. Saraybosna'ya Türkiye'nin de desteği olduğu için Türkiye'ye dair pek çok ayrıntıya rastladık. Pek çok kez Türk bayrağı, Bursa Belediyesinin yardımlarıyla yapılan bir mescid önünde Bursa Belediyesi bankı, Türk dükkanları gülümseten ayrıntılar oldu.

Biz gezimize Başçarşı'ya giderek başladık. Baş Çarşı isminden de anlaşılacağı gibi çarşının merkezi tadında, bir Osmanlı çarşısı. Burada sembol haline gelmiş bir sebil de bulunuyor. Önünde toplanan güvercinlerle aşina olduğumuz bir manzara. Polonyalı arkadaşım buranın Küçük İstanbul olarak anıldığını söylemişti, belki Eminönü'ye benziyor olabilir.

 Baş Çarşı'da bulunan bakkal ve Çaykur 

Başçarşı ve Türk Sebili

Başçarşı'dan ayrıldıktan sonra 1. Dünya Savaş'ının başlamasına sebep olan Prens Ferdinand'ın öldürüldüğü Latin Köprü'süne gittik. Yıllarca ilkokulda savaşın başlamasının görünen sebebi diye az ezberlemedik. Köprünün fotoğrafını internetten aldığımı söylemeliyim, çünkü sadece içinde bizim olduğumuz fotoğraflar varmış bende. 

Latin Köprüsü

Başçarşı ve Latin Köprüsünü gördükten sonra görülecek esas yerler bitmişti bile. Biz de kilise, sinagog, eski tapınak, cami, müze hepsini haritada işaretletip, o yerleri bulmaca oynadık. Bu sırada Bosna kahvesi içelim dedik, seçtiğimiz yerde de sadece espresso varmış. Ne tesadüf, yine geleneksel bir şeyler yeme içme eğleminde geleneksel Amerikan kahvesi içmiş olduk. Yine de hakkımızı yemeyeyim, sabah geleneksel Bosna böreği yemiştik ve akşam da eski bir Galatasaraylı futbolcunun, futbolu bıraktıktan sonra açtığı geleneksel yemek yerine gittik. İnegöl köftesine benzeyen cevabcici adında köfteleri çok meşhur.  Benim Galatasaray'ın yemek yerine gitmemse ironik. Geleneksel yiyecekler içecekler şikayet ederken ertesi günlerde içimiz dışımız geleneksel köfte haline geldi ve itiraf etmeliyim ki en iyi cevabcici'yi Galatasaraylı futbolcunun yerinde yedik. 

Cevabcici ve geleneksel sunumu


Sonrasında Saraybosna'yı bir de panaromik görelim istedik ve kaleye tırmanmaya başladık. Başkent olmasına rağmen şehirde yüksek katlı bina çok az, insan başkent olduğuna inanamıyor. 
Saraybosna'yı panoramik gördükten sonra çılgın Saraybosna hayatını görelim istedik çünkü kaldığımız hostelin sahibi Saraybosna'nın çok iyi bir gece hayatı olduğunu hatta cumartesi akşamları dört bir yandan insanların Saraybosna'ya geldiğinden bahsetmişti. Öyle olacağından emindik zaten. Geleneksel Balkan müzikleri çalan bir yere gidip görmek istedik. Yine çok başarılı bir seçim yapmışız, yaş ortalamasının 55 olduğu bir yere gitmişiz. En azından müzik gelenekseldi.

Saraybosna'nın panoramik görüntüsü

Saraybosna'da görülecek son yer olarak "Umut Tüneli" kalmıştı, biz ertesi günü Mostar ve ileri şehirlere ayırıp, Umut Tünel'ini son güne bıraktık. Mostar'a Saraybosna'dan trenle ya da otobüsle ulaşılabiliyor, her ikisi de 2.5 saat sürüyor. Biletimiz Slovenya tren yollarına ait olduğu için sabah 7 ve akşam 6 gibi bir saatte ulaşım yapabiliyorduk. Eğer Bosna trenlerini kullanırsak, onlar saat başı varmış. Biz daha geç bir saatte otobüsle gitmeyi tercih ettik ama otobüs yerine trenle gidilmesini tavsiye ederim, pek rahat değildi. Mostar Bosna-Hersek'in ikinci büyük şehri olmasına rağmen çok çok küçüktü. Mostar'da görülecek yerler başta Mostar Köprüsü olmak üzere, Osmanlı zamanlarından kalma Türk Evi, tarihi çarşı, müzeler. Biz tren istasyonundan köprüye ulaşırken pek çok yerin önünden geçtik, zaten şehir çok küçük. Mostar Köprüsünün manzarası ise görülmeye değer. 

Mostar Köprüsü

Mostar Köprüsünden nehrin görüntüsü

Mostar Köprüsü 16. yüzyılda Mimar Sinan'ın öğrencisi tarafından inşa edilmiş. 1993 yılında ise Sırpların saldırısı sonucunda köprü yıkılmış. 2004 yılında Türkiye'nin de yardımlarıyla aynı malzemeler kullanılarak köprü yeniden inşa edilmiş. Şimdi Bosnalı gençler cesaretlerini göstermek için 24 metre yükseliğindeki köprüden atlıyorlarmış. 

Mostar'dan sonra Blagaj ve Dabrica'ya giderek Hırvatistan sınırına doğru yaklaştık. Buraya ulaşımımızı ise araba kiralayarak sağladık ve Dubrovnik 150 km yazılarını gördükçe içim cız etti çünkü bu yolculuğa araba kiralayarak çıkmalıydık. Optimal bir karar veremediğimiz için üzülsem de bir başka zaman da Zadar-Split-Dubrovnik turu yaparız diye teselli bulmaya çalıştık. Mostar'dan sonra gittiğimiz yerler şehir değil de daha çok doğal güzellikler kıvamındaydı. 

Ertesi gün sabah hostelden taksi ile Umut Tüneline gittik. Umut Tüneli şehrin çok dışında olduğu için toplu taşıma ulaşım oldukça zormuş. Zaten Saraybosna'da hayat çok ucuz. Para birimleri ise Konvertible Mark. Zamanında 1,958.. gibi bir kura sabitlenmiş. Kalabalık olarak taksiye binince adam başı 3-4 Euro gibi bir rakama denk geldi. Umut Tüneli savaş yıllarında, Bosnalıları adeta hayata bağlayan, tüm hastaların  ve yaralıların barındığı bir tünel olarak kullanılmış. Dünya ile bağlantısı kesilen Bosna bu tünel sayesinde yeniden diğer müslüman bölgesi ile bağlantı kurabilmiş. Tünel diyince insanın aklında daha farklı şeyler canlanıyor ancak 200 kadar askerin çabalarıyla ilkel yöntemlerle inşa edildiği için kısa bir tünel. Buradan 1 milyondan fazla geçiş yapıldığı, yiyecek içecek ve malzeme taşındığı tahmin ediliyormuş. 

Umut Tüneli

Saraybosna insanın hayatında bir defa da olsa görmesi gereken bir yer. Zaten  hayatımızda ilk ve son defa geyikleri ile ayrıldık. Hiç farkında olmadığımız, apayrı bir dünya. Saraybosna ile ilgili yayını hazırlarken bir şeyi daha fark ettim. Nerede olduğun değil, kimlerle olduğun önemli. Evet benim annem filozof o yüzden bazen ben de incelikli ve derinlikli cümleler kurabiliyorum. Saraybosna'da görülmeye değer ne kadar az yer olursa olsun, grubumuz sayesinde çok keyifli zaman geçirdik. Münih-Salzburg gezisi de elbette güzel ve benim için farklı bir geziydi ancak bu yayını yazarken kesinlikle Saraybosna'da daha iyi zaman geçirdiğimi düşündüm.

Bu geziyle birlikte bir süre gezilere ara vereceğiz sanırım. Yarın Türkiye'ye geliyorum kısa süreliğine, bir bakarsınız Türkiye'de ne yaptım diye de bir yayın hazırlarmışım. Türkiye'de sadece çay içip, sütlaç yemek istiyorum. Gitmeden canımın patlıcan çekeceğini biliyordum, bir de patlıcan yemeği yiyeceğim. İnsanın canı patlıcan çeker mi, benimki çeker işte:) Konuyu dağıttım, her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa, iyi eyyorlamalar. 

6 Kasım 2012 Salı

Spontane Hareketler: Salzburg-Regensburg-Münich

Geçtiğimiz günlerde optimal ders programım ve 01 Kasım'da All Saint's Day kutlamaları sebebiyle 10 günlük bir tatilim vardı. Bu kadar uzun tatil olması iyi hoş ama bu tatili nasıl en iyi değerlendiririm stresine girdim maalesef. 10 gün İtalya'ya gitmek için çok uygun bir zamandı ancak hem eğleneyim hem de gezeyim istiyordum ve gezi grubumuz İtalya'ya pek de ilgi duymuyordu. Balkanlar'a mı gitsek, oraya mı gitsek buraya mı gitsek diye kara kara düşünürken, spontane hareket etmeye karar verdik. Prevoz'daki seçenekleri değerledirelim dedik. Böylece gece yarısı kendimizi Salzburg ve Münih'e doğru hazırlanırken bulduk. Planımız  Salzburg'a Prevoz ile ulaşıp, şehri günübirlik gezmek, ardından Regensburg ve Münih'e ulaşmaktı.

Öğle saatlerinde Salzburg'daydık. Salzburg'da gezilip görülecek çok fazla şey olduğu söylenemez, hatta tipik bir Avrupa şehri, hatta bir kasaba havasında. Şehrin ortasından geçen nehir, katedral, pazar. Yine İstiklal Cadde'si gibi bir caddede pek çok marka zinciri var ancak cadde eski zamanlara aitmiş gibi. Yağmurlu bir günde orada bulunduğumuz için de hiç görmediğimiz kadar şemsiyeyi bir arada gördük heralde.

Getreidegasse, Mozart'ın doğduğu evin bulunduğu sokak

Salzburg aynı zamanda Mozart'ın doğup büyüdüğü şehir. Bu sebeple her yerde Mozart müzeleri, heykelleri, çikolataları var. Mozart'ı çıkarınca geriye ne kalır bilmiyorum.

Mozart Heykeli

Şehirde yaptığımız gezintilerin dışında, Salzburg'u bir de panaromik görebilmek için kaleye çıktık. Kale yolunda güzel manzaralarla karşılaştık. Kaleye giriş ise ücretliydi. Tabii ki girmedik, bulunduğumuz yerde de görüntü açısından değişen  bir şey yoktu.

Hohensalzburg Kalesi

Kaleden şehrin panaromik görüntüsü

Salzburg'a gelmişken geleneksel şinitzellerini tadalım dedik. Gittiğimiz her yerde oraya ait bir şeyler tatmaya çalışıyoruz ancak hep hüsranla sonlanıyor. Nehrin karşı kıyısına geçerek yemek yeri aramaya başladık. Derken kendimizi bir Japon restaurantında bulduk ve geleneksel Japon şinitzelini de tatmış olduk. Ne mutlu bize!

Salzburg için bir gün yeterliydi, konaklamak için Regensburg'da Erasmus öğrencisi olan arkadaşımızın yurduna geçtik ve yılın ilk karıyla karşılaştık. Regensburg'u ziyaret etmiş sayılmam çünkü sadece gece yarısı soğuktan donarken şehrin merkezinde dolanıp, bir yerlerde oturduk. Sabah da trenle Münih'e doğru yola çıktık. Almanya'da biletler konusunda hem ilginç gelen hem de hoşuma giden bir sistem var. Bilindiği gibi Almanya 16 eyalete ayrılmış durumda ve Münih de Bayern eyaletinin başkenti konumunda. Bayern içinde geçerli olan bir tren sistemleri var. Gidiş dönüş ve 5 kişilik gruplar halinde bilet alındığında tren biletleri çok ucuza geliyor. Bu sebeple insanlar bilet makinalarının önünde insanlarla grup olmaya çalışıyorlar sürekli. Hatta bazıları tek yön seyahat edeceği için biletlerini birilerine satmaya çalışıyor. Bu şekilde biletler iyice ucuza geliyor. Tabii ki biz de biletimizi sattık ve Regensburg-Münih arası 4 euro gibi bir rakama geldi. Almanların rasyonel insanlar olduğunu düşünüyordum zaten ama içten içe buraya gelen Türklerin de bu sistemin gelişmesinde katkısı olduğunu düşünüp, kendi kendime eğlendim. Çok Türk iş bir yöntem gibi geldi, ancak çok karlı. 

2-2.5 saatlik bir yolculuğun ardından öğle saatlerinde Münih'e ulaştık. İlk iş her zamanki gibi turist bilgi merkezine uğramak oldu. Gezimize spontane çıktığımız için Münih'e dair sistematik planlar yapamamıştık. Haritamızı ve 5 dakikada Münih avucunuzun içinde konseptli bilgilendirici materyaller sonrasında gideceğimiz yerleri az çok kestirdik. Tren istasyonu çıkışında kendimizi direkt Marienplatz adı verilen şehrin merkezine attık. 1 ay sonra ilk kez büyük bir şehire geliyordum ve özlediğimi fark ettim. Hava yine çok soğuk ve karlıydı. O yüzden ilk gün pek fotoğraf çekmedim. Daha sonraki zamanlarda güneş açmaya başladı ve benim de keyfim yerine geldi. İşte güneşin açtığı ender zamanlardan birinde Marienplatz'dan bir fotoğraf.

Marienplatz'daki siyah nokta 

Bu fotoğrafta siyah bir nokta gibi göründüğümün farkındayım, çetin geçen hava koşulları nedeniyle gördüğüm ilk bereyi aldım ve bu hale geldim. Bir ara belki İskandinavyan ülkelerini de ziyaret ederim diye düşünüyordum ancak bu gezi sayesinde anladım ki ben oralara ancak yazın giderim. Kış yaklaşıyor ve korkuyorum. 

Münih'deki ilk günümüzü şehrin merkezinde ve Pinakothek müzesinde geçirdik. Arkadaşlarım mimar olduğu için gittikleri yerlerde sanata dair bir yerleri ziyaret etmek istiyorlar. O soğukta içeride bir yerlerde bulunmak benim de işime geldi açıkçası. Az da olsa benim de belli bir sanat geçmişim var ne de olsa. Bu arada Pinakother müzesine Pazar günleri giriş sadece 1 Euro, güzel bir uygulama. Sanata dair olan görevimizi tamamladıktan sonra yeniden şehir merkezine geldik ve şehri keşfetmeye devam ettik. Almanca hiç hoşuma gitmeyen bir dil olduğu için sokak isimlerine hiç odaklanamadım. Pazar akşamı olduğu için katedralde seromoni vardı. Bu seromoniye katıldık, bu da benim için değişik bir tecrübe oldu.

Münih'de konaklamamız için çeşitli çılgınlıklar yapalım dedik. Kayıtlara geçmesini istemediğim için buradan bahsetmeyeceğim ama ipucu CS olsun. Konaklamamızla alakalı işleri de hallettikten sonra akşamın geri kalanını sıcak odamızda geçirdik ve ertesi güne dair planlar yaptık. 

Ertesi gün ilk iş şehrin dışında bulunan Allianz Arena ile BMW Welt Museum'u ziyaret etmek oldu. Hangi metroyu kullandığımız hala aklımda. U6 metro hattını kullanıp, Fröttmaning durağında inilerek Allianz Arena'ya ulaşılabilir. Arena'da içeri giriş yine ücretli olduğu için biz girmedik. Stadın çevresinde dolanırken iç kısımlarını görmek mümkün oluyordu zaten. Bir gün Barcelona'ya gidersem, Nou Camp'a girmek isterim ama burası olmasa da olur. 

Allianz Arena

Allianz Arena'dan sonra BMW Welt Museum'a yine aynı metro yolunu kullanarak ulaştık. BMW'in hem showroom olarak kullanılan bir bölümü var, hem de müzesi. Müzeye girmedik ancak showroom'u ziyaret etmek bile tatmin ediciydi. İçeride motorlarla çeşitli şovlar yapılıyordu. Unutmadan, BMW'yi bi-em-dabulü olarak okuduk, rahat ettik. Türkçe'deki gibi acaba be-me-ve mi be-em-ve mi kargaşası olmadı :)

BMW Müze'sinin uzaktan görüntüsü

Showroom'un içinden bir görüntü

Daha sonra, yeniden şehir merkezine döndük Olympia Park da şehir dışında ve yolumuzun üstündeydi ama ilgimizi çekmediği için biz ziyaret etmemeyi tercih ettik.. Görülmesi gereken pek çok yer birbirine yakın olduğu için artık rahattık. Yine geleneksel Bavaryan yemeklerinden tadalım istedik ve kendimizi geleneksel Amerikan fast food zinciri Mc Donals'da bulduk. Resmen Mc Donals'da 4 öğün yedik toplamda. Isınmak, internete bağlanmak ve dinlenmek için güzel bir yerdi, ne yapalım. Neyse ertesi gün yine geleneksel yemek yeri ararken bu sefer de Tayvan yemekleri yapan, ama kostümlerle, restaurantın dekoruyla tam anlamıyla geleneksel olan bir yere giderek geleneksel Thai usulü tavuk yedik de huzur bulduk. Ancak hikayemiz böyle son bulmadı. Akşam Alman arkadaşımız bizi Bavaryan yemeklerinin yendiği, Alman müziklerinin çaldığı Hofbrauhaus'a götürdü. Kendimi tam anlamıyla Almanya'da gibi hissettim, görülmeye değer.

Hofbrauhaus'dan -Alıntıdır-

Münih'de geçirdiğimiz iki gece iki günün ardından spontane gezimizin sonuna geldik ve karayolu ile Münih'den Ljubljana'ya döndük, yine Prevoz'u kullandık ve bir sonraki gezimiz için hız kesmeden çalışmalara başladık. En kısa zamanda yeni gezi hikayeleriyle görüşmek üzere. 



4 Kasım 2012 Pazar

*Prevoz Nedir?


Slovenya'nın küçük ve birçok ülkeye komşu olması sayesinde "car pooling" uygulaması son derece gelişmiş durumda. Hatta ulaşım anlamına gelen "Prevoz" adında bir siteleri bile var. Tren biletlerinin yeterince ucuz olmaması ya da trenle yolculuğun uzun sürmesi nedeniyle de öğrenciler tarafından Prevoz çok tercih ediliyor. Mesela Viyana'ya trenle 60 euro'ya gitmek yerine 10 euro'ya kolaylıkla gidilebilir. Aslında düşününce otostoptan farkı yok ama nasıl benimsediysek artık en rahat ve güvebilir ulaşım yolu olarak görüyoruz :)

Sözün özü, prevoz kullanalım kullandıralım.
https://prevoz.org/

Reklam gibi oldu.

23 Ekim 2012 Salı

Zagreb: "Euro seni seviyorum"

İkinci geleneksel hafta sonu gezimizi geçtiğimiz hafta sonu Zagreb'e düzenledik. Ljubljana ile Zagreb arası sadece 142 km. olduğu için herkesin ilk gittiği şehirlerden biri. Genelde giden kişiler  kalabalık olup araba kiralamayı tercih ediyor ama biz direkt trenlerin avantajından yararlanıp trenle gitmek istedik. Her geziye başlarken olduğu gibi yine kalabalık gitmek istemiyorduk ve kalabalık olmanın dezavantajlarını konuşup duruyorduk ve gezimize 4 kişi olarak başladık. Zagreb'e Ljubljana Erasmus grubundan başka bir organizasyon daha düzenleniyordu, planımız akşam hostelde onlara katılmak üzerineydi.

Venedik'de ne yaparsak yapalım kaybolacağımızı duyduğum için belli başlı hedefler belirleyip bir şekilde o bölgeleri ziyaret edecek şekilde spontane bir şekilde gezinmiştik. Bu sefer daha organize olmak ve görülmesi gereken her yeri görmek istedim. Bu konuda Gökhan Ç.'den çok ilham aldım gerçekten ve ilk planıma katkısından dolayı teşekkürler.  Benim kendimce belirlediğim hedefler sırasıyla, National Theatre, Britanski Trg, Lotrscak Tower, Strossmayerovo setaliste, Museum of Broken Relationships, Sankt Markus Trg, and St. Mark's Church, Kamenita Vrata (Stone of Gate), Katedral, Dolac ve şehrin en merkezi diyebileceğimiz Trg bana Josipa Jecacica'idi. Bunlar dışında botanik bahçelerinin ve parkların, Jarun Gölü'nün, Park Maksimir'in görülmesi gerektiğini duymuştum. Son derece planlı programlı bir şekilde yola çıktığımızı düşünürken, trende Ljubljana'dan başka kişilerle karşılaştık. Onlar da bizim kalacağımız hostele gidiyormuş. Böylece sayımız yine aniden 7'ye ulaştı ve yine çok uluslu bir grup haline geldik. 7 sayısı galiba gezilerimiz için özel. Bir Polonyalı, bir Türk (ki o ben oluyorum) her gezide demirbaş olmak üzere 1 Polonyalı, 2 Türk, 1 İspanyol, 2 İtalyan ve 1 Çek Cumhuriyetli Erasmus olarak Zagreb'e ayak bastık. Böyle çok uluslu gruplar halinde olmayı daha çok seviyorum.

 Önce hostele uğramamız gerekiyordu yani dakika bir gol bir gezi planı bozulmuş oldu. Ancak Zagreb o kadar küçüktü ki görülmesi gereken her yeri yine de görebildik. Şehirde tramvay kullanımın oldukça yaygın olduğunu ve günlük biletler alınarak gezilebileceğini duymuştum ama tabii ki biz yürümeyi tercih ettik. Benim ilk planım tren istasyonundan çıktıktan sonra saat yönünde daire çizerek şehri dolaşmaktı ancak aksaklıklar oldu dediğim gibi. Oda işlemlerini halledip eşyaları odamıza bıraktıktan sonra neyse ki 2 saat rötarla geziye başladık. Bu durumda ilk planın tam aksini yani saat yönünün tersinde daire çizerek ilerlemeye başladık. İlk hedefimiz Trg Bana Josipa Jecacica oldu ve ilk amacımızsa gezilecek her yeri unutup yemek yemekti. Yemek yeme kaosunu da atlattıktan sonra gezi için hazırdık.

                                          Strossmayerovo setaliste'de iki şehrin ayrımı

Zagreb Upper Town and Lower Town olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Gornji Grad olarak da adlandırılan Upper Town şehrin daha tarihsel dokusunu taşıyan bölüm. Bizim görmek istediğimiz pek çok yer de Upper Town'da bulunuyordu. Josipa Jecacica'dan ayrıldıktan çok kısa süre sonra görülecek tüm yerlere neredeyse ulaştık, çünkü tüm yerler birbiriyle iç içe geçmiş kadar birbirine yakındı. Öncelikle bizi Lotrscak Kule'sine ulaştıracak funiküler bağlantısı gördük. Bildiğim kadarıyla  dünyanın en kısa füniküleriymiş. Biz de tabii ki yürüyerek çıkmayı tercih ettik ve  Strossmayerovo setaliste adı verilen Upper ve Lower Town ayrımını görebileceğimiz manzaraya ulaştık.

Lotrscak Kulesi hemen Strossmayerovo'nun bulunduğu meydandaydı. Okları takip ederek devam ettiğimizde Kamenita Vrata'yı gördük. Zamanında Zagreb şehri tamamen yanmış ve yangından geriye bir tek Kamenita Vrata kalmış. Bu yüzden Stone of Gate olarak da adlandırılıyor. Aynı zamanda Meryem Ana'nın burada görüldüğüne inandıkları için kutsal kabul ediliyormuş ve her yıl dini kutlamalar yapılıyormuş.

Stone of Gate

Çok kısa sonra ise Museum of Relationships müzesine ulaştık. Giden insanlar kesinlikle görülmeye değer bir müze olduğundan bahsediyorlardı. Hatta tripadvisor tarafından 2012 yılının en çok tavsiye edilen müzelerinden seçilmiş, ancak ben hiç de ilginç bulmadım. Daha orjinal ürünlerle karşılaşırım diye düşünüyordum ama yok maalesef. Sevgilimin evimde unuttuğu terlikleri, en son kullandığı yara bandı gibi gibi paylaşımlardan öteye gitmiyordu. Bizimla değilsin Museum of Broken Relationships.

Ardından St. Marks Trg ve St. Mark's Kilisesinin önündeydik. Trg Slovence'de de meydan anlamına geliyor, bu benzerlik tabii ki süpriz değil. Cumartesi olması sebebiyle pek çok düğün organizasyon vardı sanıyorum, poz veren pek çok gelin ve damatla karşılaştık. Eminim aşağıdaki fotoğrafçı yere yatmasa o fotoğrafı çekemezdi.

  St. Mark's Meydan'ından 

Böylece bu bölgede görülecek yerleri bitirmiş olduk. Ardından nasılsa Jelacica Meydanına geri döneriz düşüncesiyle en sona bıraktığımız Katedral'i ziyarete gittik. Diğer katedrallerden ayıran, özel bir yönü olan bir katedral olduğu söylenemez ama gitmişken de görmek gerek.

Katedrad'den bir görüntü

Tarihi yerlerin dışında şehir merkezinde hemen görülecek şekilde Dolac adı verilen pazarları da vardı. Şehir'de pazar anlayışı oldukça yaygın. Bolca çiçek satılan Dolac pazarına şöyle bir bakındıktan sonra Jelacica Meydan'ında molayı haketmiştik. Onca gecikmeye rağmen şehir öyle küçüktü ki gecikmemiz pek de sorun olmadı. Tesadüfen Art of Coffee adında bir etkinlikle karşılaştık. Okuduklarıma göre Zagreb insanların zamanlarının çoğunu dışarıda geçirdiği yerlerinden başında geliyormuş. Hatta birinci olarak anımsıyorum ama kamuoyunu yanıltmayayım. Gerçekten de insanlar sürekli kafelerde, sokaklarda oturup sohbet etme modunda. Bu canlılığı sevdim. İlgimi çeken başka bir nokta ise her yerde büyük markaların büyük logoları olmasıydı.

Trg bana Josipa Jecacica'dan

Akşam için hedefimiz Jarun Göl'üne gitmekti. Jarun Göl'ünün cumartesi akşamları güzel olduğundan bahsediliyordu. Biz de önce hostelde dinlenip, daha sonra taksiyle Jarun Göl'üne gittik. Hostel ile Jarun'un arası yaklaşık olarak 9 km. Şehir merkezine gidip, oradan 17 numaralı tramvay ile Jarun'a ulaşılabiliyormuş. Bir diğer tercih de otobüs kullanmakmış ama sayımız oldukça fazla olduğu için taksiyi paylaşmak pek de sorun olmadı. Jarun'da bazı gece kulüpleri ve kumsalımsı bölgeler vardı. Yazları çok daha canlı olduğunu tahmin ediyorum. Jarun'a gitmek ve oradaki kulüpleri ziyaret etmek güzeldi ancak taksi bulmak ciddi anlamda  zordu. Giderken birinden bizim için taksi çağırmasını rica ettik ama dönüşte çok zor taksi bulduk. Türkiye'de olsa taksiler böyle bir yerde kuyruğa girerdi, burada duraktan çağırmamıza rağmen gelmiyorlar.

Jarun Gölü

Ertesi gün ise göremediğimiz National Theatre ve Britanski Trg'yi ziyaret etmeyi planladık. Öncelikle şehir merkezine ulaşıp, Ilıca Ulica'yı düz takip ederek Britanski Trg'ye gittik. Burada pazarları antika eşyaların satıldığı bir pazar kuruluyormuş. Ben daha çok Zagreb'e ait eşyalar satın almak istiyordum o yüzden ürünleri incelemekle yetindim.
Britanski Trg'de kurulan pazar

Ilıca Ulica ile ilgili bir özellik ise buranın İstiklal Cadde'sine çok benziyor olması. Binaların yapısı, kalabalık oluşu ve caddenin ortasından tramvay geçmesi tam bir İstiklal Cadde'si havası yaratıyor. Slovenya'daki sakinlikten sonra özlemişim :) 

Ben İstiklal Cadde'sini andırıyorum demiyor mu ama?

Britanski Trg dönüşünde yolumuzun üzerinde bulunan National Theatre ziyaretimizi de tamamlayarak Upper Town'da bizce görülmesi gereken yerleri tamamlamış olduk. Park Maksimir'i de ziyaret edebilirdik ancak tercihimizi Donji Grad adı verilen yeni şehirde bulunan bir Bundek Park'ı ve Göl'ünden yana kullandık. Böylece Sava Nehri'ni ve Yeni Zagreb'i de görmüş olduk. Şehir merkez'inden yürümek oldukça acılı olsa da göl huzur vericiydi. Dönüşte tren istasyonuna ulaşımımız da kolay oldu.

Bundek Göl'ünden

Özetlemek gerekirse, Zagreb zaman iyi kullanıldığı sürece bir günde gezilecek kadar küçük bir şehir. Bense bu gezimizi bir günde gezeceğin yerleri iki güne yay ama daha çok eğlen gezisi olarak yorumluyorum. Ancak Zagreb' Pazar harici günlerde gidilmesi gerek çünkü pek çok yer kapalı oluyor. Türkiye'de olsa tüm restaurantlar açık olur ve daha bile çok alışır ama burada yiyecek yerleri bile kapalıydı. Bir diğer konu ise Zagreb'in para biriminin Kura olması. İşin komik tarafi 1 euro 7.2 kura değerinde. Türk Lira'sından altı sıfır atılmadan önceki durum gibi. Mesela bir top dondurma 7 kura ya da bir yemek 30 kura.  Ljubljana'ya geri döndüğümde Euro'yu ne kadar çok sevdiğimi anladım. Aynı zamanda sanki eve geri dönmüşüm gibi bir his uyandı içimde. Sanırım Ljubljana'ya tahminimden daha çok alıştım. Ne de olsa: "I feel Slovenia."

17 Ekim 2012 Çarşamba

Mutlu Haber: Bisiklet Aldım!

Slovenya'ya geldiğimden beri bisiklet alıp almamak konusunda kararsızdım. Burada bisiklet hırsızlığı oldukça yaygın ve nasılsa belediyenin sağladığı bisikletler var, onları kullanırım diye düşünüyordum en son. En olmadı her yere yürüyerek gidiyorum zaten. Ancak haftada sadece 2 gün dersim olmasına rağmen, bu dersler sabah 08.30'da başlıyor ne yazık ki. Otobüsle gitmeyi düşünüyordum ama gereksiz zaman kaybı oluyor otobüsü beklerken. Hatta geçen gün otobüs gelmeyince alternatif bir otobüse bindim ve kayboldum fakülteye giderken:) Onun üstüne artık bisiklet kullanmaya karar vermiştim. Bugün sabah çok erken olmasına rağmen belediyenin sağladığı bisiklet noktalarında bisiklet göremeyince son derece uyuz oldum. Dönüşte bisikletle dönmeyi hayal ederken, yine bisiklet bulamadım ve işte o an canıma tak etti. Normalde pazarları ikinci el pazarı oluyor ama çok çok erken saatte gitmek gerekiyormuş. Genelde pazarları Ljubljana'da olmadığımız için de bir türlü pazara gidememiştik. Şehirde de ilk defa bisiklet satan bir dükkan bulunca hemen daldım ve bisikletimi aldım. Şu an çok huzurluyum. Heyecanla hemen yazmak istediğimden henüz fotoğrafını çekemedim en kısa zamanda ekleyeceğim. Umarım bisikletim bisiklet hırsızlarının gözüne çarpmaz diye her park edişimde dua ediyorum.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Venedik Çıkartması


Ljubljana'nın Venedik'e sadece 2-3 saat mesafede olması, Ljubljana'nın özelliklerini sayarken pas geçmediğim bir yönüydü. Bu sebeple ilk hafta sonu programımı Venedik'e yapmak istiyordum. Çok da iyi güzel ve maceralı oldu. İlk başta aralarındaki mesafe kısa gelse de, maalesef ulaşım imkanları o kadar da gelişmiş değil. Duyduğum kadarıyla önceleri direkt trenler varmış ancak şu anda maalesef böyle bir imkan yok. Öncelikle Trieste'ye, oradan ise Venedik'e geçmek gerekiyor. Yani boşa zaman ve para kaybı. Biz de ne yapsak ne yapsak da ucuza mal etsek diye düşünürken, "carpooling" uygulamasından yararlanalım dedik. Bilmeyenler için carpooling gideceğiniz istikamette yolculuk eden araç sahiplerinin paylaşıldığı ve belirli bir ücret karşılığında onlara yol arkadaşlığı edebildiğiniz bir uygulama. Biz bu uygulamanın Polonya versiyonunu bu site üzerinden kullandık: http://www.carpooling.pl/ Polonya'dan Venedik'e giden bir amca ile anlaştık. Mimar öğrencileri pek bir severlermiş, mimar+öğrenci+erasmus olma kombinasyonlarının hepsini kullanarak uygun bir fiyata amcamızla anlaştık. Başlangıçta yola 3 kişi olarak çıkacaktık. Zaten gezileri büyük gruplar halinde gerçekleştirmek gerçekten sıkıntılı olabiliyor. Ancak gece yarısı öyle bir bohemin ortasında kaldık ki nasıl olduğunu anlamadan sayımız birden 7'ye yükseldi. Böylece, bir Alman, bir Polonyalı, bir Portekiz ve 4 Türk olarak yollara düştük. Tam fıkra misali, o anda olacaklardan habersiz, bu ne bohem kafasındaydım sadece. Derken amcamız olması gerekenden biraz daha erken saatte bizi yurdumuzdan aldı. Arabası biraz eskiydi ve bagajda üstünü örttüğü bazı eşyalar vardı. Bir an acaba organ no1, organ no2 mi olucaz diye geyik içerikli endişeler yaşasak da her şey yolunda gitti. Amcamız sisli yollar sebebiyle ve muhtemelen ücretli yolları kullanmamak için yolu biraz uzatarak bizi 4 saatte sabahın 05.30'unda Venedik'e ulaştırdı. İyi ki de uzun sürdü yol, böylece biraz uyuyabilmiş olduk. Sabahın o saatlerinde ilk hedef olarak San Marco meydanını seçtik ve 2 gün boyunca bitmeyecek yürüyüşlerimize adım atmış olduk. Meydanda güneşin doğuşunu izleriz diye düşünüyorduk ancak o gün Venedik'de güneş pek doğmadı.

 Meydana o kadar erken saatte ulaşmanın avantajları olmadı değil. Misal gondola bindik, şahitlerimiz var. Aynı zamanda bazilikada bulunan kiliseyi saatlerce sıra beklemek zorunda kalmadan ve hiçbir ücret ödemeden ziyaret etme şansı bulduk. Yani, Venedik'e sabahın köründe ulaşılması itinayla tavsiye edilir.

Günün geri kalanını Büyük Kanal'ın etrafında dolanarak ve sokaklardaki ayrıntıları keşfederek geçirdik. Asıl adı Canale Grande olan kanalın 2 km. uzunluğunda olduğunu ve  çevresinde dizilen saraylarda zamanında Patrici'lerin yaşadığını biliyor muydunuz? Bir patrician olarak atalarımı yad etmiş oldum böylece.

Patricianların köşklerinden bazıları

Büyük Kanal'ın etrafındaki gezintimizi tamamladıktan ve Erasmuslara yakışır şekilde ekonomik bir öğle yemeğinin ardından hostelimize doğru yola çıktık. Hostelin fiyatı gayet uygundu ancak otobüsle ulaşım sağlanıyordu. Hostelin adı kamp alanı olarak geçiyordu ama internetteki resimlerde görünen bungalov evler vardı, ancak bizim rezervasyonumuz da 3 kişilikti. Hostele aslında kamp alanımıza vardığımızda da bungalov evlerde yer kalmadığı sadece çadır verebileceklerini söylediler. O koşullarda konfor arayacak değildim ve hayatımda hiçbir zaman da çadırda kalmamıştım. Hiper centilmen Türk erkeklerine kendi bungalov evimizi verip, biz çadırda kaldık.

Çadırda kalmak güzel bir tecrübeydi, tek sorun gece bir böcek tarafından ısırılmamızdı. Başta sinek olduğunu sandık ama bence bizi başka bişey ısırdı. Sonuç olarak hayatta kaldık önemli olan da bu:) Venedik'deki ikinci günümüzde Murano ve Burano adalarına gitmek istiyorduk ancak kalabalık olmanın yol açtığı bir dezavantaj olarak zaman bulamadık. Onun yerine La Biennale di Venezia isimli oldukça geniş kapsamlı bir mimarlık bienaline gittik. İtalya sınırlarına girip sanata dair bir şeyler yapmamak da olmazdı. Bienal iki bölümden oluşuyordu, ben sadece her ülkenin kendine ait pavilyonlarını oluşturduğu kısmı gezebildim. Rusya'nın teknolojiyle sanatı bir araya getirdiği konsepti oldukça hoşuma gitti.

Tablet bilgisayarla ışıklı yerlerdeki etiketler okunarak, mimarileri gözlenebiliyor.

Bienale giderken yolda bir mitingle karşılaştık. Ateşli bir İtalyan politikacıydı ve isminin Umberto olduğunu öğrendik. Bu da gülümseten bir detay oldu :)
Miting alanından görüntüler

Derken, Venedik gezimizin sonuna yaklaştık ve geziyi tamamen zirvede tamamladık. Kalabalık olmanın bu sefer de avantajını kullanarak, Slovenya'da faaliyet gösteren shuttle servisini kullandık. Bizi istediğimiz yerden alıp, istediğimiz yere bıraktılar. Shuttle inanılmaz konforluydu ve Polonyalı amcaya kıyasla çok çok daha hızlı bir şekilde ulaştık. Bu da geziyi son derece güzel anılarla hatırlamamızı sağladı.

Dilerim en kısa zamanda İtalya topraklarına yeniden ayak basabilir ve daha keyifli gezilere imza atabilirim. Sevgiler..


*Bir Erasmus'un Slovenya'da Yapması Gerekenler Listesi

Bu yazı, havaalanından indikten sonra yapılması gerekenler listesini kapsamaktadır. Daha önce havaalanından yurtlara ulaşımı sağlayan shuttlelardan bahsetmiştim. Görevlilere gideceğiniz yerin ismini söylediğinizde sizi direkt kapının önünde bırakıyorlar. 9 Euro gibi bir ücreti var. Aynı zamanda otobüsle tren istasyonuna 4.5 euro gibi bir ücret ödeyerek ulaşabilir, oradan ister yürüyerek ister taksi çağırarak da gideceğiniz yere ulaşabilirsiniz. Benim eşyalarım oldukça fazla olduğu için ben direkt shuttleları kullanmayı tercih ettim ve görevliye Rozna Dolina Yellow Trafika dediğimde tam da gelmem gereken yerde indirdiler.

Daha önceki öğrencilerin tavsiyelerine uyarak Rozna Dolina yurtlarında kalmayı tercih ettim, iyi ki de öyle yapmışım. O yüzden benim tavsiyem de kesinlikle Rozna Dolina yurtlarında kalınması yönünde olur. Slovenya'da çalışma saatleri oldukça kısa. Yurtlar merkezi de 8.00-11.00 ve 12.00-14.00 saatleri arasında çalışıyor. Yurtlarda giriş çıkışın yoğun olması sebebiyle, ben geldiğimde 16.00'ya kadar çalışıyorlardı.   Yetişmesine yetiştim ama iyi yurt olmadığı için o gece hostelde kaldığımdan ilk yazımda bahsetmiştim. İşte kaldığım hostelin adresin geliyor şimdi. Unutmadan, Yurtlar Merkezi Yellow Trafika'dan yurtlar bölgesine girilip sağa dönüldüğünde yolun sonunda görülen beyaz bina. Kime sorsanız da gösterir zaten. Slovenler baya centilmenler, ilk gün herkes eşyalarımı taşırken yardımcı oluyordu:)
Hostel Print: Rožna dolina, cesta IV 

İleride sık sık duyacağınız cesta Slovence'de sokak anlamına geliyor. Sarı Büfe anlamına gelen Yellow Trafika'dan çıkıp, sırtınızı yurtlara verdiğinizde, sağa dönüp 5 dakika kadar yürüyüp Mercator isimli markete kadar yürüyün. Marketi görünce, bir önceki sokaktan sola döndüğünüzde Hostel Print yazısını göreceksiniz. Oldukça temiz ve yurtlar bölgesine yakın olması sebebiyle de avantajlı bir hostel. Daha önceden rezervasyon yaptırırsanız daha uygun fiyatlara kalabilirsiniz. Mesela biz 2 kişilik ranzalı odada kişi başı 13.5 euroya kalırken, bizden birkaç gün önce 2 kişilik odaya 50 euro verenler olmuş. Hostele yerleştikten sonra Mercator'dan alışveriş yapabilirsiniz. Slovenya'da hiç alışamadığım bir durum ne yazık ki her yerin çok erken kapanıyor olması. Mercator da 20.00 gibi kapanıyor. Kahvaltı için bir şeyler almak uygun olabilir.

Ertesi gün sabah en erken saatte yurdunuzu teslim almak üzere yurtlar merkezine gitmenizi öneririm. Biz 9.00 gibi gitmiştik ve aldığımız sıra numarası 44dü. Yurtlardan çıkış yapılan son gün gitmemiz de kötü bir tesadüf oldu çünkü çok saçma bir sıra verme sistemleri var. Çıkış yapanlara her zaman öncelik veriyorlar ve çıkış yapmak için gelenler hiçbir zaman bitmiyor. 2 saat boyunca hiçbir şey için bekledik resmen. Tamam öncelik verilmesini anlıyorum da loop misali bitmiyor çıkış yapacak olanlar. Neyse en sonunda derdimizi anlattık da sırayı ayırdılar. Yoksa akşama kadar sırada beklerdik, en azından öğleden sonra yurdu teslim alabildik. Çok dolu olduğum bir konu Slovenya'da sıra bekleme meselesi ne yazık ki :) Yurt merkezinde çalışanlar pek sevimli ve yardımsever değiller. Yine dediğim gibi mutlaka Rozna Dolina'da kalmalısınız. Rozna Dolina rocks! :) 1, 4 ve 8 numaralı yurtlar yenilenmiş olanlar. Ben 4'de kalmak istediğimi söyledim ve sonradan öğrendim ki Rozna'nın en çılgın ve popüler yurdunda kalıyormuşum. Tam bir parti kızıyım ne de olsa :P Bazı yurtlarda buzdolabı olmuyor, mesela 3 numaralı yurtta olmadığını biliyorum. Seçiminizi yaparken buna dikkat edebilirsiniz. Yurtlarla alakalı son söyleyeceklerim, Rozna'da banyo ve mutfakların bir koridor tarafından kullanılıyor oluşu. Oldukça titiz biriyimdir ancak canımı sıkacak bir durumla henüz karşılaşmadım. Bir diğer büyük yurt bölgesi olan Bezigrad'da sadece 2 oda bir mutfak ve banyoyu paylaşıyor ama zaten kısa süre olan bir Erasmus döneminde bunun için bence Bezigrad'da kalmaya değmez. Herkes Rozna'da kalamadığı için dertleniyor mesela. Hatta benim fakültem olan Ekonomi Fakültesi tam Bezigrad'ın yanında ve haftada 2 gün, sabahın köründe uyanıp gitmem gerekiyor. Bence yine de değer Rozna'da kalmaya. Önceden anlatıldığında abartıyorlardır diyordum ancak değil:)

Rozna Dolina'dan Şehir Merkezine Ulaşım

Şehir merkezi Ljubljana'da hayatın geçtiği yer. Öğrenciler için de yurtlar ve şehir merkezi arasında geçiyor zaman. Biz ilk zamanlarda sürekli şehir merkezine giderken kayboluyorduk, boşa abartmışız sonradan fark ettik :) Yine referans noktamız Yellow Trafika. Sırtımızı Yellow Trafika'ya verip bu sefer sola dönüyoruz. Yol sonunda sağda köşede bir bisiklet noktası göreceksiniz. İşte oradan sağa dönün. Hemen köprüye çıkacaksınız zaten. Köprünün alt kısmından devam ederek dümdüz ilerleyin. Yürüdükçe üzerinde saat olan bir binaya yaklaşıyor olmalısınız. Dümdüz yolun sonunda işlek bir caddeye erişmiş olacaksınız. Sağa dönüp 2 dakikalık yürüyüş mesafesinden sonra artık şehir merkezindesiniz. Ulaşmanız gereken yerin ismi ise Slovenska Cesta ve orada bulunan meşhur meydanın adı da Kongresni Trg. Rektörlük binası da bu meydan üzerinde yer alıyor. Kimlik kartlarınızı bu binadan Uluslararası İlişkiler Ofis'inden teslim alabilirsiniz.

Rektörlük Binası

Ben öğrenci kartımı almaya gittiğimde görevli kartımı bulamamıştı. Yıkılmıştım tabi çünkü bu hiçbir işimi halledemeyeceğim anlamına geliyordu. Derken fakültemdeki oryantasyonu katılmamla birlikte tüm sorunlarım çözüldü. Meğer kimliğim onlardaymış, hatta bedava sim kart bile verdiler. Ben SiMobil kullanıyorum ama İziMobil'in daha ucuz olduğunu biliyorum. 

Yemek Sistemine Kayıt Olunması

Slovenya hattınızı ve öğrenci kimliğinizi aldıktan sonra BON sistemine kayıt olmak için hazırsınız demektir. Geç kalmadan BON sistemine kayıt olmak lazım. Slovenya'da insan maalesef sıra beklemeye alışıyor, ben 3 saat beklemiştim büyük bir sabırla sırada. O yüzden erken saatte gidilmesini tavsiye ederim. Yemek sistemine kayıt için gidilmesi gereken adresin adı Kersnikova 4.


Kendi haritanızdan da rahatlıkla bulabilirsiniz, rektörlük ile aralarındaki mesafe oldukça kısa zaten. Yine de tarif etmek gerekirse, sırtınızı rektörlüğe verip sağa dönün. 2-3 dakika kadar yürüdükten sonra yolun V şeklinde ayrıldığını göreceksiniz. Tam o ayrımın olduğu yerden karşıya geçin. Düz yürüyüp, ilk sokaktan sağa döndüğünüzde yolun sonuna doğru E-Studentski Servis ile karşılaşacaksınız.Bu yazının olduğu binaya girip öncelikle bilgisayardan kayıt olmanız gerekiyor. Kayıt numaranız ile birlikte E-Studentski Servis'in solunda yer alan binaya gidip kayıt olmak için sıraya girmelisiniz. Yanınızda pasaportunuzu da bulundurmanız gerekiyor. Her ay iş günleri dahil olmak üzere 22 adet BON hakkınız bulunuyor. 4 saat aralıklarla BON'unuzu kullanabilirsiniz. 

Urbana Sistemine Kayıt

Slovenya'da en rahat ulaşım aracı yürüyüş ve bisikletler. Ancak uzak mesafeler için otobüs de kullanabilirsiniz. Mesela ben sabahları derslere otobüs kullanarak gidiyorum. Rozna'ya ulaşmak için 14 numaralı otobüse binmek gerekiyor. Bezigrad'a giderken de 3G ve 6 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz. 20 numara da Bezigrad'ın arka tarafından geçiyor. Urbana sistemi de otobüslerde kullanacağınız ve kredi yükleyebileceğiniz kart sisteminden ibaret. Bu kartları isterseniz Trafika adı verilen büfelerden, isterseniz de makinalardan alabilirsiniz. Rozna Dolina'da Sarı Büfenin hemen sağ tarafında bir makina var en yakın olarak. 1 gidiş 1.20 euro ve 75 dakikalık aktarmalar ücretsiz. Rozna'dan Bezigrad'a giderken de önce şehir merkezine oradan da aktarma yaparak Bezigrad'a ulaşmak gerekiyor bu arada. Ben nadiren otobüs kullanacağım için aylık urbana sistemine kayıt olmadım. Ancak isteyenler aylık 19 euro karşılığında  aylık sisteme kayıt olabilirler. Bunun için ulaşım formunun doldurulup fakültede onaylatılması gerekiyor. Bu formda EMSO numarası denen bir bilgi de isteniyor ki bu numara fakülteler tarafından mail atılıyor. Formunuzu onaylattıysanız eğer Kernsikova'ya ulaşmadan önce geldiğiniz, yolun V şeklinde ayrıldığı yerin hemen sağına bakın. Büyük ihtimalle orada da uzun bir kuyruk göreceksiniz. İşte o aylık urbana için bekleyen insanlar maalesef Slovenya'da sıra beklemeye alışmak gerekiyor, pek çok bürokratik işle uğraşılıyor. Urbanalar ay sonunda bitiyor, diğer aylara aktarılmak gibi bir olay söz konusu değil. Eğer ayın 20'sinden sonra ulaşırsanız aylık urbanaya kayıt için yeni ayı beklemenizi öneririm.

Tüm bu işlemlerin sonunda artık tüm bürokratik işlemlerden kurtuldunuz demektir. Avrupa Birliği vatandaşları oturma izni için yeni başvurup sıra beklerken siz rahat edebilirsiniz artık :) Eğer yurtta kalıyorsanız polis merkezine adresinizi bildirmenize gerek yok, ancak özel konaklama ise bildirmelisiniz. D tipi vizenin nasıl bir özelliği var bilmiyorum ama ne mutlu ki burada oturma izni ile uğraşmak zorunda kalmadık.


4 Ekim 2012 Perşembe

Bir haftanın ardından

Bugün Slovenya'da neredeyse 1 haftamı tamamlamak üzereyim. Buraya gelmeden önce de Slovenya'nın küçük olduğunun farkındaydım ama bu kadar küçük olacağını düşünmüyordum. Gerçi bu kadar küçük olması bana çok eğlenceli de gelmiyor değil. İlk izlenimlerimi ve tecrübelerimi aktardıktan sonra şehrin ne kadar küçük olduğuna tekrar tekrar değineceğim.

Geçen perşembe öğleden sonrası itibariyle Ljubljana'ya ayak bastım. Uçaktayken hatta buraya indiğimde bile hala Erasmus'a gidiyor olduğumu algılayamamıştım. Bir yere gidiyordum ama gittiğim yerle alakalı herhangi bir his ya da heyecan yoktu. Yine de keyfim yerindeydi ve tek derdim havaalanında eşyalarımın ne kadar ağır geleceği üzerindeydi.


İşte bu da biricik İstanbul'umuzda çekilen son fotoğrafım ve zaman geçtikte ağırlaşan eşyalarım. Hiç de korktuğum gibi olmadı ve el bagajımın ağırlığına bile bakmadılar. Boşu boşuna elime bir sürü yük etmiş oldum. Derken yolculuk başladı ve 2 saatin sonunda Slovenya gözüktü. :) Gerçekten yeşilliklerle dolu bir yer ve küçük, tatlı evler var, bir elin parmağını geçmeyecek kadarsa yüksek katlı bina var. Havalanından inince shuttlelara bineceğimi duymuştum. Hani ben de bekliyorum ki biraz olsun otobüs gibi bişey. Uçakta da Slovenyalı biriyle konuşmuştum işte bazen shuttleların dolmasını bekleyebiliyoruz falan demişti. Meğer bu shuttlelar Kadıköy-Bostancı arasında gidip gelen dolmuşlar kadarmış. Hemen de nasıl eziyorum :) Daha önce Erasmus'a giden öğrenciler mutlaka Rozna Dolina yurtlarında kalınması gerektiğini, ortamın süper olduğunu söyleyip duruyorlardı. Ben de konfora değil, eğlencesine bakayım düşüncesiyle Rozna Dolina'da kalmayı planlıyordum. Şoföre yurtlara gideceğimi söyleyince hemen kapıda indirdi zaten. Yurtların 15.00'de kapanacağını söylemişlerdi, ben de yetiştiğim için mutluydum ancak istediğim yurtta yer yokmuş. Eğer ertesi gün gelirsem çok daha iyi yerler verebileceklerini söylediler, ben de hostel rezervasyonuma güvenerek ertesi gün yurda yerleşmeyi kabul ettim. Benimle sırada bekleyen Polonyalı birisi daha vardı, o da yerleşememişti ve kalacak yeri yoktu. İsterse benimle gelebileceğini söyledim ve birlikte hostele doğru yola çıktık. Hostelimiz de yine daha önce Erasmus'a giden arkadaşların tavsiyesiyle Rozna Dolina'ya çok yakın olan Hostel Print oldu. Eşyaları taşımak tam bir felaket olsa da, iki kişilik bir odaya yerleştik. Hani bir genelleme var ya ilk tanıştığın insanlarla büyük ihtimal sonra da samimi olursun diye. O akşam başka İspanyollarla ve bir de Portekizli ile karşılaşmıştık hostelde. Topluca bulunduğumuz o anda bu genelleme aklıma geldi ve şimdi de öyle olacağını hissediyorum hala, tabi görücez.


Burası da Ljubljana'nın göz bebeği denebilecek Ljublanica nehri. Fotoğraf ne yazık ki pek net değil ama mutlaka orada bir fotoğraf daha çekileceğim. Bu bölge şehir merkezi olarak anılıyor ve genellikle burada zaman geçiriliyor.  Şehrin bir diğer sembolü ise Ljubljana Kalesi. Fotoğraf makinamın azizliğine uğradığım için kalenin fotoğrafını paylaşamıyorum, ancak gitmeye değer. İlk başlarda Ljublja'nın şehir merkezinden ibaret olduğunu düşünüyorduk ama  biraz zaman geçirdikçe yine de o kadar küçük değilmiş diye düşünmeye başladık. Ancak turistik amaçlı gelinse geçerken uğramak bile şehri tanımak için yeterli. Şehir gerçekten öğrenci kenti ve yerel öğrenciler hafta sonlarında evlerine gidiyorlar. İşte o zaman şehir çok daha tenhalaşıyor. Evlerine giden öğrenciler ise Ljubljana'daki araçlardan, gürültüden şikayetçi. Bazen yol tarifi sorduğumda trafik olmazsa 10 dakikada gidersin gibi yanıtlar bile alıyorum. Ljubljana'da trafik nasıl olabilir ki? Hiç mantıklı gelmiyor :) Hatta Slovenya'da bence araç kazası bile olmuyordur. Benim maşallah dediğim 1 gün bile zor yaşar, bunu düşündükçe Ljubljna'da trafik kazasına karışmaktan çok korksam da zor bir ihtimal bence çünkü sokaklar ve yollar gerçekten tenha. Bunun dışında çok da oturmuş bir sistemleri var. İstanbul'daki kaostan sonra tüm bunlar sanki bir kutu oyununa  hapsolmuşum da görevi tamamlayınca puan kazanacakmışım gibi bir his yaratıyor. Karanlıkta kimsenin olmadığı sokaklarda yürürken bile en ufak korku duygusu gelmiyor insanın aklına.  Zaten buraya gelen turistler Ljubljana'yı güzel ve güvenli olarak tanımlıyorlarmış. Bu genellemeye de katılıyorum yine. Hatta o kadar güvenli hissediyorum ki Ljubljana'daki köpeklerden bile korkmuyorum :) 

Tamamıyla bir Erasmus'a yakışacak şekilde yaşamaya çalışıyorum. Lüks ve konfor arama, hostele ve yemeğe fazla para harcama, hatta alışveriş yapma gibi gibi. Beni tanıyanlar şok olabilir ama gerçekten de çok düzensiz yemek yiyorum ve şekerime tansiyonuma sahip çıkıyorum büyük ölçüde :) Buraya gelirken en büyük endişelerimden birisi ben ne yiyip ne içicem üzerinedeydi. Sürekli kuru gıdalar yemek istemiyordum, sebze, salata, meyve falan istiyordum tavşanlara yakışır şekilde :) İlk gün hostelimize yakın markete gidince ise içim rahatladı gerçekten. Sebzeler gayet uygun fiyatlıydı ve istediğim her şey vardı. Globalleşme böyle bişey işte, Slovenya'ya kadar uzanıyor. Ancak hiç yemek pişirmeye falan gerek kalmayacak gibi, öğrencileri sundukları yemek indirimleri gerçekten çok başarılı. 3-4 euro'ya çok iyi yemekler yiyebiliyoruz. Yurt bölgesinde de daha uygun fiyatlara yemek yiyebileceğimiz yerler var, içim çok rahat gerçekten benim için önemli bir sorundu. 

Biraz da Slovenyalılara değinecek olursak, heralde büyük sosyal fobileri var zira içmeden açılamıyorlar. Geceleri çılgınlar gibi partiler yapıyorlar ve insanlarla konuşmak istiyorlar ancak gündüzleri siz konuşmadığınız sürece konuşmuyorlar. Ben onları soğuk buldum açıkçası. Hatta pek sıcakkanlı İspanyollar şöyle bir hikayeden bahsetti geçenlerde. Kuzey'de yaşayanlar genelde çalışkan olup, pek arkadaş canlısı olmazlarmış. Akdeniz ülkelerindekiler ise arkadaş canlısı olup, çalışkan olmazlarmış. Slovenler ise arada kalıp ne arkadaş canlısı olmuşlar, ne de çalışkan. Evet sanırım ben bu genellemeye de katılıyorum. Soğuk olmalarının dışında bir çoğu gayet iyi İngilizce biliyor. Ancak bence çok önemli bir sorun daha var. 700'den fazla uluslararası öğrencileri olmasına rağmen her şey Slovence. Yurtlardaki duyurular, uluslararası ilişkiler ofisindeki yazılar, her şey. Pek de anlam veremediğim bir durum.

Özetlemek gerekirse, 1 haftanın ardından şehre alıştım ve büyük ölçüde huzurluyum. Umarım hep de böyle devam eder. Buradaki tecrübelerimi de en sistematik şekilde aktarmayı planlıyordum ancak hikayeyle bilgilendirici yazıların birlikte iyi olmayacağını düşündüm. Onları da en kısa zamanda tamamlayıp, gelecek nesillere olan görevimi yerine getireceğim :) 


16 Eylül 2012 Pazar

*Slovenya'da Oturma İzni

İşbu yayın tamamen gelecek nesilleri bilgilendirici amaçlarla yazılmış olup, Slovenya'dan vize almak gibi bir amacı olmayanların okumasına gerek yoktur. Uyarılır :)

Okulunuzdan kabul mektubu geldikten sonra oturma izni almak için hazırsınız demektir. Önceki yıllarda Slovenya vizesi almak 2 ay gibi uzun bir süre gerektiriyormuş, ancak bu sene D tipi vize dedikleri yeni bir uygulamaya geçmişler. Bu vize sayesinde 3-15 gün arasında vize çıkıyor. Hatta başvuran birçok kişinin vizesi en geç 1 hafta içinde eline ulaştı. Beni de 2 gün içinde aramışlardı. Yalnız İstanbul'da olanlara kötü haber, oturma izni başvuruları yalnızca Ankara'dan alınıyor ve şahsen müracaat gerektiriyor.

Konsolosluktan aldığım bilgiler doğrultusunda D tipi oturma vizesi için gerekli belgeler ise şöyle:

1.Orjinal ve Slovenya'dan çıkış yapacağınız tarih itibariyle en az 3 ay daha geçerliliği devam eden pasaport.
2.Son 3 ay içerisinde çekilmiş pasaport ölçüsünde 2 adet renkli beyaz fonlu 3,5x4,5 cm ebatında biometrik fotoğraf (Hasar almamış)
3. Okul, üniversite ya da araştırma programından orjinal kabul yazısı. Faks, e-mail ya da fotokopi kabul edilmemektedir.
4. Geçiminizi nasıl sağlayacağınıza dair belge; Slovenya'da bulunduğunuz süre içerisinde bursunuz karşılayan kurum tarafından düzenlenmiş aylık ne kadar burs alacağınıza dair teminat veren imzalı kaşeli orjinal yazı. Bu belgenin Slovence tercümesi gerekmektedir. Burs almıyorsanız Slovenya'da kaldığınız süre içerisinde geçiminizi ayda en az 500,00 EUR olmak şartıyla temin edecek şahıslardan noter huzurunda imzalanmış taahhütname ve Apostille damgası (tasdik şerhi). Bu belgenin Slovence tercümesi gerekmektedir.
5. Başvuru tarihinde halen öğrencisi bulunduğunuz okuldan orjinal öğrenci belgesi. Bu belgenin Slovence tercümesi gerekmektedir.
6. T.C. Ankara Adliye Sarayı'ndan ya da bulunduğunuz yerdeki Cumhuriyet Savcılığından sicil temiz belgesi alınmalı ve Apostille damgası vurulmalıdır. Doğum tarihinizin Gün/Ay/Yıl olarak yazılmış olmasına dikkat ediniz. Bu belgenin ve apostil damgasının Slovence tercümesi gerekmektedir.
7. İkamet ettiğiniz ülkede yaptırmış olduğunuz ve Slovenya'da ikametiniz sürecince her türlü sağlık unsurlarını karşılayabilecek en az 30,000 EUR teminatlı yurtdışı seyahat sağlık sigortaso poliçesi. Sigortanın başlangıç tarihi sigortayı yaptırdığınız gün itibariyle olacaktır, imzalı ve kaşeli olmalıdır. Bu belgenin Slovence tercümesi gerekmektedir.
8.Geçici oturma müsaadesi başvuru ve işlem ücreti 80,00 EUR'dur. Pasaport onayı için ayrıca 10,00 EUR alınmaktadır. (Erasmus öğrencileri bu ücretten muaftır). Geçici oturma müsaadesi başvurusu ve işlemleri için alınan toplam harç bedeli 90,00 EUR'dur.

Seyahat sağlık sigortasında, sigortanın başvuru süreci sigortayı yaptırdığınız gün olmalıdır gibi bir ifade var. Ancak bu sene başvuran öğrenciler olarak, orada kalacağımız süreyi kapsayacak şekilde yaptırdık sigortalarımızı ve bir sorun da olmadı.

Slovence tercüme için tercüme büroları ise faiş fiyatlar talep ediyor. Bu konuda neyse ki Yeminli Tercüman Amela Kendirli imdadımıza yetişiyor :) Kendisine facebook üzerinden ulaşabilirsiniz. Belgelerinizi taratıp, kendisine mail attıktan çok kısa sonra tercümeler hazır oluyor ve adresinize kargoluyor.

Konsolosluk  resmi tatiller hariç olmak üzere hafta için her gün hizmet veriyor. Vize başvuruları ise 10.00-12.00 arasında kabul ediliyor. Yine de konsolosluğa gitmeden önce, gitmeyi planladığınız gün açık olup olmadığını sormanızı öneririm. Erkenden gidip sıra almak gibi bir olaya ise hiç gerek yok, 10.00'dan önce konsolosluk çalışanları kimseyi kabul etmiyor zaten.

Konsolosluğun adresi: Kırlangıç Sokak, No:36, Gaziosmanpaşa/Ankara

Kızılay'da Kuğulu Park civarından kalkan otobüsleri kullanarak konsolosluğa rahatça ulaşılabilir. Kullanılması gereken hat numarası 413. 

Vizeniz hazır olduğunda sizi telefonla arayarak haberdar edecekler. İlk başvuru yapıldığında verdikleri bir belge ile siz ya da bir başkası pasaportunuzu teslim alabilirsiniz.

Laf arasında, vizemi almam konusunda gösterdikleri yardımlar için G.T. ve G.Ç. huzurlarınızda yeniden teşekkür etmek istiyorum. Ankara'daki çılgın zamanlar içinse bu sefer D.Y. de dahil olmak üzere çok teşekkürler :)









12 Eylül 2012 Çarşamba

Slovenya'nın Adı Neden Değiştirilsin?

Bir sendrom olarak Erasmus diyince herkesin aklına post-erasmus sendromu gelecektir muhtemelen. Ancak ben pre-erasmus sendromunu sonuna kadar yaşamış biriyim. Öncesinde “yok yaa, ben gitmek istemiyorum” triplerim. Ardından içimde uyanan acaba gitsem mi yaa duyguları ve bunu önceden yaptığım onca trip yüzünden kimselere pek çaktırmamam ama yine de dayanamayıp  son başvuru gününde motivasyon mektubumu bile hazırlamam. İşte benim erasmus hikayem böyle başladı. Eğer ilk başvuru tarihlerini kaçırmasam çoktan Erasmus’a gitmiş gelmiş, şimdilerde ise post-erasmus olarak dolanıyor olurdum. Aslında o zamanlarda o kadar da emin değildim Erasmus’a gitmek isteyip istemediğimden belki de sendromlarımın esas sebebi buydu.

Peki ben ne yaşadım pre-erasmusken? İlk başvurularda göz göre göre başvurmayıp, ikinci başvurularda gitmeye karar verdim. Bu sırada başka bir arkadaşım sevgili T.T. ile önce Hollanda’nın Maastrict şehrine gidiyorduk. (özel hayata saygı açısından arkadaşımdan T.T. olarak bahsedeceğim) İkinci başvurularda başvurduğumuz içinse alanımızla hiç alakalı olmayan biyoloji fakültesine yerleşmiştik. Orada kendimize şirin bir ev ve bisiklet kıralıyorduk. Her yere bisikletimizle gidiyor ve Maastricht’in konumundan yararlanarak bol bol gezme şansı ediniyorduk. Ancak çok ayrıntılı düşünen ve optimalliğe kasan insanlar olduğumuz için orada alacağımız dersler kafamıza takılıyordu. Uzun mail trafiklerinin ardından ben bir şekilde ekonomi fakültesinden ders alabilecek konuma gelmiştim. Tabi bu sırada Türkiye ile Hollanda arasında bazı diplomatik krizler de çıkmadı değil, yine iyi atlattık ülke olarak. Bir gün tam Maastricht’de ev kiraları ile alakalı bilgiler araştırırken, sevgili T.T.’nin hala biyoloji fakültesinde kalması sebebiyle oluşan derslerle alakalı problemler sebebiyle birden İspanya’ya gitmeye karar verdik. Bu sefer rotamız Valencia’ydı. İyi hoş İspanyolca da öğreniriz muhabbetleri dönerken bizim yine keyfimiz gelmedi heralde ki vazgeçtik. Tabi şimdi anlatması kolay ama tüm bu kararsızlıklar 4-5 ay sürdü desem abartmış olmam. Derken oh rahatladım tüm kararsızlıklarım bitti, gitmicem kurtuldum modunda dolanmaya başladım. Yine de aklımızda her zaman acaba gitsek miydi sorusu dönüyordu ama artık düşünmekten yorulmuştuk, pek konuşmaz olmuştuk. Derken yazının devamında kendisinden G.T. olarak bahsedeceğim arkadaşımın Erasmus’a gitmesi bizi yeniden harekete geçirdi. Bu sefer de T.T. ile birlikte Barcelona’ya gitme fikri üzerinde düşünmeye başladık. He tabi önceki süreçte ben aslında İtalya’ya gitmek istiyordum ama orada dil problemleri yaşayacağım için gidemiyordum. Neyse bari İspanya olsun dedik. Elimizi sallasak ellisi ki zaten puanımız falan da yüksek kesin İspanya’ya yerleşiriz modundaydık.

 Derken Slovenya’nın Erasmus için ne kadar uygun olduğuyla alakalı muhabbetler dönmeye başladı. Benim ilk tepkim “Slovenya ne yaa” şeklinde oldu iç ses şeklinde bir tepkiydi tabii. Ne zaman böyle bişey desek başımıza gelir ya işte benim de öyle oldu. T.T. ile Slovenya’ya Ljubljana’ya gideriz bisikletimiz olur, evimiz olur, huzurlu huzurlu takılırız zaten biz o kadar da parti insanı değiliz diye hayaller kurarken, kader cilvesini yaptı ve ben ikinci tercihim olan Ljubljana’ya yerleştirildim. Aslında ilk tercihimize bile yazmak istemiştik  T.T. ile birlikte ama Slovenya’nın isminin o kadar da duyulmamış olması ve marka değeri ve bu durumu ailemle paylaşacak olmak bazı sıkıntılar yaratıyordu. Bir tarafta Barcelona’dan bahsederken diğer tarafta Slovenya’dan bahsediyorduk. Bir şehirle bir ülkeyi kıyaslıyorduk ki farkı siz tahmin edin artık. Bu noktada “Slovenya’nın adı değiştirilsin” mottosu çıktı. Eğer Slovenya’nın adı değiştirilseydi, değiştirilmek değil de daha yüksek bir marka değeri olsaydı aslında sahip olduğu özelliklerle Slovenya Erasmus için pek uygundu.



Erasmus’a giden bir öğrencinin beklentilerinin, Avrupa’da birçok yer gezmek, para sıkıntısı çekmemek ve dersleri kolay bir şekilde geçmek olduğunu varsayarsak, Slovenya bu üç durumu da karşılıyordu. Slovenya’mızın batısında İtalya, güney ve doğusunda Hırvatistan, kuzey doğusunda Macaristan ve kuzeyinde Avusturya bulunmaktaydı. Slovenya içinde ulaşım o kadar gelişmiş olmasa da yakın mesafade bulunan diğer ülkelere ulaştıktan sonra her yere kolaylıkla gidilebilirdi. Öncesinde İtalya’da Erasmus’a gitmek gibi bir isteğim olduğunu da göz önünde bulundurursak, benim için hiç yoktan iyiydi çünkü Venedik sadece 2-3 saat uzaklıktaydı. Böylece ulaşım konusunda da pek sıkıntı çekmezdim.

İkincisi, Slovenya’da devlet öğrencilere yemek ve yurtlar konusunda kolaylık sağlıyordu. Belli ve çok sayıda restaurantta geçerli olan bu girişim sayesinde 3-4 kap yemeklere 7-8 euro vermek yerine 2-3 euro veriliyordu. Aynı zamanda yurtlar için de 70-80 euro civarında bir ücret ödemek yeterliydi. Örneğin Barcelona’da yaklaşık 430 euro hibe verilirken bu miktar Slovenya’da 400 euro ki sadece Slovenya’da kalındığında öğrenciler hibelerinin bitmediğinden bile bahsediyorlar.

Bir diğer avantajı da dersler konusunda sağlanan rahatlıktı. Erasmus’a giden bir öğrencinin akademik kaygıları olmadığını düşünürsek – en azından benim için bu böyle-, hem kendi okulumda saydırabileceğim dersler alabiliyordum hem de bu derslerin eğitim dili Slovence olduğu için dersleri uzaktan takip edebilecektim. Bu da daha çok boş zaman ve daha rahat bir dönem anlamına geliyordu.

Tüm bunlar ışığında ben de artık yetti bu kadar kararsızlıklar diyerek Slovenya’da Erasmus fikrinin arkasında durdum. Tabi bunlar hep ordan burdan duyduğum şeyler, gidip yaşamak apayrı olacaktır. Ders notlarını bile gelecek nesillere faydalı olsun diye çok düzenli hazırlayan bir kişi olarak, bu blogda gelecekte Slovenya’ya gidecek başka arkadaşlara da yardımcı olabilmek amacıyla tecrübelerimi  paylaşmaya çalışacağım.
Aceleci ve tedbirli olduğum için daha Erasmus’a gitmeme 15 gün varken bloğumu yazmaya başladım tabi. Eğer gitmeyi başarırsam, paylaşımlarıma devam edeceğim. Bugünlerde iyi ki Erasmus’a gidiyorum modundayım, umarım döndüğüm zaman da iyi ki gitmişim diyebilirim.
Biraz da uzattım sanırım. Şimdilik eyyorlamam bu kadar, hayırlı işler.

Not: Belki bir gün bir Erasmus öğrencisi blogumu okursa diye, bilgilendirici yazıların başlıklarını * ile işaretleyeceğim.