21 Kasım 2012 Çarşamba

Veronika Ölmek İstiyor

Bir metinlerarasılıklar fanı olarak Paulo Coelho'nun Veronika Ölmek İstiyor adlı kitabının hikayesinin Slovenya'da geçtiğini öğrenince hemen okumak istedim. İlk sayfadan itibaren Slovenya ile alakalı izler bulmak ve yazarın Slovenya hakkındaki düşünceleri beni güldürürken düşündürdü çünkü en başta benim de Slovenya'ya olan yaklaşımımın çoğu insan gibi aynı olduğunu gördüm. Örneğin, kitabın ikincisi sayfasında geçen hikaye bu şekilde:

Bilgisayar oyununun resminin hemen altındaki yazısına şu sözlerle başlamıştı gazeteci:
"Slovenya nerededir?" "Bu kadar olur yani," diye düşündü, "Slovenya'nın nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor." Oysa Slovenya diye bir yer vardı işte; dışarıdaydı, içerideydi, çevresindeki dağlarda, şu anda baktığı meydandaydı; Slovenya onun ülkesiydi."

Hikayeye göre Veronika birçok ilaç içerek intihar ediyordu. Derin bir uykuya dalmayı beklerken eline bir dergi alarak okumaya başlamıştı. Tam da o sırada bir gazetecinin Slovenya ziyareti sonrası kaleme aldığı yazı ile karşılaştı ve bir gazetecinin ülkesini başkalarına bu şekilde aktarışını içine sindiremedi ve yaşamının son edimini, o dergiye bir mektup yazıp, Slovenya'nın eski Yugoslavya'nın bölündüğü beş yeni cumhuriyetten biri olduğunu açıklamaya karar verdi. Böylece Veronika'nın ülkesinin nerede olduğunu bilmeyen bir dergi yüzünden yaşamına son verdiğine inanacaklardı. Bir nevi ülkesinin onuru için canına kıymış olacaktı.

Bir koşan tavuk olarak Slovenya

Bu hikaye bana o kadar tanıdık geldi ki. Kuzeyinde Avusturya, Kuzey doğusunda Macaristan, doğusunda Balkanlar ve batısında İtalya olmasına rağmen Slovenya'yı kimsenin bilmemesi, Slovenya'da sadece 2 milyon insan yaşaması, bu 2 milyon insanın kendilerine ait ve oldukça zor bir dillerinin olması, sizce de çok komik değil mi? Ama tatlı komik bir durum ki hoşuma bile gidiyor. Hatta Erasmus'un böyle küçük şehirlerde yapılmasının daha iyi olacağını bile söyleyebilirim, Slovenya'da olmasını ise kesinlikle tavsiye ederim. Trafik derdi yok, yemek derdi yok, sakin, huzurlu, güzel ve geceleri çılgın. Sanki Ljubljana bir okulun kampüsü de içinde birçok öğrenci varmış gibi bir duygu. Geçenlerde Slovenya'nın haritadaki şeklinin tavuğa benzetildiğini öğrendim. İtalya'nın çizme olduğunu herkes biliyor da, neden kimse Slovenya'nın tavuğa benzediğini bilmiyor? Boşuna Slovenya'nın adı değiştirilsin demedim. 

Preseren Trg

Kitapta ilgimi çeken bir başka ayrıntı da Slovenlerin biricik ozanı France Preseren. Preseren Trg olarak adlandırılan bir meydanları da var. Hatta ben bir süre Preseren'i doğru olarak telafuz edememiştim, pi-re-ve-re-sen gibi bir seslendirme yapıyordum, halbuki gayet basit: pı-re-şe-ren. I am good at punctuation, biliyorsunuz. Doğrusunun pronouncation olduğunu biliyorum ama o da ayrı bir geyiğe göndermeydi. Preseren amcamızın da hikayesi şu şekilde: Günlerden bir gün Slovenya'mızın gururu şair Preseren bir gün kilisenin birinde genç bir kız görüp, tutkuyla aşık olmuş. Bu kıza şiirler yazıp, evlenme hayalleri kuruyormuş. Ne var ki bu kız üst düzey bir ailenin kızıymış. O da bir patrician yani. Şair, kilisedeki o rastlantıdan sonra kızımıza bir daha hiç yaklaşamamış ve o rastlaşma en güzel şiirlerinden birinin esin kaynağı olmuş. Efsaneye göre, Preseren Trg'de bulunan Şair Preseren'in heykeli dümdüz tek bir noktaya bakıyormuş ve bu noktayı izlediğimizde yanındaki taş binalardan birinin taş duvarına oyulmuş bir kadın yüzü fark edermişiz. İşte orası biricik aşkı Julia'nin yaşamış olduğu evmiş ve Preseren ölümünden sonra bile, sonsuza kadar "İmkansız Aşk"ına bakmayı sürdürecekmiş.  Preseren'in gözlerini takip edip bu efsane gerçek mi değil mi bilmek istiyorum. 

İşte bunlar da bazı anılarımdı. Bu aralar, aslında bu hafta da dahil olmak üzere 2 haftadır, gezilere gitmedik. Hafta sonu burada kalıp my crazy slovenian neighbours olarak tanımladığım komşularımla zaman geçirmek daha cazip geldi. Yine de en kısa zamanda gezilere yeniden dönmek istiyorum, en azından Slovenya civarındaki yerleri görmeden dönmemeliyim. Sözlerimi "All you need is love in Slovenia" ile bitiriyorum. Esenlikler. 

7 Kasım 2012 Çarşamba

Saraybosna: Biz Burada Ne Yapıyoruz?

Münih gezisinden sonra Ljubljana'ya 19.00 civarında ulaştık. Ljubljana'yı yine çok özlemiştik ancak kalan tatil günlerini yine illa ki bir gezide geçirecektik. Zaten geçen ay yemek kuponlarımız yetmedi, öğrenci menüleri yiyemiyorduk :( Burada yazar kendisi ve Polonyalı arkadaşı Hanna'dan bahsediyor. Kendisi blogumda onu "Polish Girl" olarak çağırabileceğimi söyledi. Çılgın İspanyol arkadaşım Belen'i ise "Crazy Crazy Crazy" olarak çağırabilirim. Bunları dost sohbetlerimizde bol bol konuşuruz, ben şimdi Saraybosna gezisine geleyim.

Akşam tren istasyonuna perişan bir halde vardıktan sonra hemen yeni planlarımızı yapmaya koyulduk. Gezi grubumuzda bulunan diğer arkadaşlarımız staj için Erasmus'da olduklarından dolayı biz öğrenciler kadar rahat değildiler, Balkanlar'a gitmek için de onları beklemiştik yine Polonyalı arkadaşım ile. Aslında ilk başta Prevoz ile Split'e ulaşıp, Split-Dubrovnik-Saraybosna-Belgrad-Ljubljana ile mükemmel bir daire çizmeyi planlamıştık. Araba kiralayarak tüm Balkanlar'ı fethedebilirdik, ama araba kiralamak biraz da sorumluluk istiyor. Son ana kadar yine program da belli olmadığından trenle gidelim dedik. 5 kişilik grup biletlerinin fiyatı da fena değildi. Böylece Münih'den ayağımızın tozuyla gelip ertesi gün gideceğimiz gezinin planlarını netleştirdik ve hazırlıklara başladık. Planımız çarşamba gece treniyle Saraybosna'ya gidip, pazar sabahı tekrar trenle dönmekti. Sonradan cumartesi gece trenine binmeye karar verdik, yani Bosna'da geçireceğimiz 2 gece 3 günümüz vardı. Bu sefer gidilecek yerlerin araştırmasını da yaptık tabii.

Bursa Belediyesinin bankı 

Sabah saatlerinde Saraybosna'ya ulaştık ve tren istasyonundan çıktıktan sonra hepimizde "Biz burada ne yapıyoruz?" duygusu oluştuğuna eminim. Gruptan bazıları İsviçre'ye gitmek istiyordu, özellikle onlarda bu duygu tavan yapmış olabilir. Kaldığımız hostel, "Hostel Traveller's Home", şehir merkezindeydi ve tren istasyonunun önünden geçen 1 numaralı tramvaya binerek, merkeze ulaştık. Aslında 20 dakikalık yürüme mesafesinde ama sabahın 7'sinde eşyalarla yürümeye üşendik. Ardından hostelimize yerleştik, bence başarılı bir hostel tercihiydi. Oldukça temiz ve ev havasında bir hosteldi, kahvaltının da dahil olması mutlu etti. Sonra yine 5 dakikada Saraybosna avucunuzun içinde kitapçıklarını ve haritaları ele alarak gideceğimiz yerleri işaretlemeye başladık. Gitmeden okuduklarım da Saraybosna'da görülecek çok yer olmadığı yönündeydi. Benim ilk izlenimimse Anadolu'da bir şehir hatta ilçe gibi olmasıydı. Saraybosna'ya Türkiye'nin de desteği olduğu için Türkiye'ye dair pek çok ayrıntıya rastladık. Pek çok kez Türk bayrağı, Bursa Belediyesinin yardımlarıyla yapılan bir mescid önünde Bursa Belediyesi bankı, Türk dükkanları gülümseten ayrıntılar oldu.

Biz gezimize Başçarşı'ya giderek başladık. Baş Çarşı isminden de anlaşılacağı gibi çarşının merkezi tadında, bir Osmanlı çarşısı. Burada sembol haline gelmiş bir sebil de bulunuyor. Önünde toplanan güvercinlerle aşina olduğumuz bir manzara. Polonyalı arkadaşım buranın Küçük İstanbul olarak anıldığını söylemişti, belki Eminönü'ye benziyor olabilir.

 Baş Çarşı'da bulunan bakkal ve Çaykur 

Başçarşı ve Türk Sebili

Başçarşı'dan ayrıldıktan sonra 1. Dünya Savaş'ının başlamasına sebep olan Prens Ferdinand'ın öldürüldüğü Latin Köprü'süne gittik. Yıllarca ilkokulda savaşın başlamasının görünen sebebi diye az ezberlemedik. Köprünün fotoğrafını internetten aldığımı söylemeliyim, çünkü sadece içinde bizim olduğumuz fotoğraflar varmış bende. 

Latin Köprüsü

Başçarşı ve Latin Köprüsünü gördükten sonra görülecek esas yerler bitmişti bile. Biz de kilise, sinagog, eski tapınak, cami, müze hepsini haritada işaretletip, o yerleri bulmaca oynadık. Bu sırada Bosna kahvesi içelim dedik, seçtiğimiz yerde de sadece espresso varmış. Ne tesadüf, yine geleneksel bir şeyler yeme içme eğleminde geleneksel Amerikan kahvesi içmiş olduk. Yine de hakkımızı yemeyeyim, sabah geleneksel Bosna böreği yemiştik ve akşam da eski bir Galatasaraylı futbolcunun, futbolu bıraktıktan sonra açtığı geleneksel yemek yerine gittik. İnegöl köftesine benzeyen cevabcici adında köfteleri çok meşhur.  Benim Galatasaray'ın yemek yerine gitmemse ironik. Geleneksel yiyecekler içecekler şikayet ederken ertesi günlerde içimiz dışımız geleneksel köfte haline geldi ve itiraf etmeliyim ki en iyi cevabcici'yi Galatasaraylı futbolcunun yerinde yedik. 

Cevabcici ve geleneksel sunumu


Sonrasında Saraybosna'yı bir de panaromik görelim istedik ve kaleye tırmanmaya başladık. Başkent olmasına rağmen şehirde yüksek katlı bina çok az, insan başkent olduğuna inanamıyor. 
Saraybosna'yı panoramik gördükten sonra çılgın Saraybosna hayatını görelim istedik çünkü kaldığımız hostelin sahibi Saraybosna'nın çok iyi bir gece hayatı olduğunu hatta cumartesi akşamları dört bir yandan insanların Saraybosna'ya geldiğinden bahsetmişti. Öyle olacağından emindik zaten. Geleneksel Balkan müzikleri çalan bir yere gidip görmek istedik. Yine çok başarılı bir seçim yapmışız, yaş ortalamasının 55 olduğu bir yere gitmişiz. En azından müzik gelenekseldi.

Saraybosna'nın panoramik görüntüsü

Saraybosna'da görülecek son yer olarak "Umut Tüneli" kalmıştı, biz ertesi günü Mostar ve ileri şehirlere ayırıp, Umut Tünel'ini son güne bıraktık. Mostar'a Saraybosna'dan trenle ya da otobüsle ulaşılabiliyor, her ikisi de 2.5 saat sürüyor. Biletimiz Slovenya tren yollarına ait olduğu için sabah 7 ve akşam 6 gibi bir saatte ulaşım yapabiliyorduk. Eğer Bosna trenlerini kullanırsak, onlar saat başı varmış. Biz daha geç bir saatte otobüsle gitmeyi tercih ettik ama otobüs yerine trenle gidilmesini tavsiye ederim, pek rahat değildi. Mostar Bosna-Hersek'in ikinci büyük şehri olmasına rağmen çok çok küçüktü. Mostar'da görülecek yerler başta Mostar Köprüsü olmak üzere, Osmanlı zamanlarından kalma Türk Evi, tarihi çarşı, müzeler. Biz tren istasyonundan köprüye ulaşırken pek çok yerin önünden geçtik, zaten şehir çok küçük. Mostar Köprüsünün manzarası ise görülmeye değer. 

Mostar Köprüsü

Mostar Köprüsünden nehrin görüntüsü

Mostar Köprüsü 16. yüzyılda Mimar Sinan'ın öğrencisi tarafından inşa edilmiş. 1993 yılında ise Sırpların saldırısı sonucunda köprü yıkılmış. 2004 yılında Türkiye'nin de yardımlarıyla aynı malzemeler kullanılarak köprü yeniden inşa edilmiş. Şimdi Bosnalı gençler cesaretlerini göstermek için 24 metre yükseliğindeki köprüden atlıyorlarmış. 

Mostar'dan sonra Blagaj ve Dabrica'ya giderek Hırvatistan sınırına doğru yaklaştık. Buraya ulaşımımızı ise araba kiralayarak sağladık ve Dubrovnik 150 km yazılarını gördükçe içim cız etti çünkü bu yolculuğa araba kiralayarak çıkmalıydık. Optimal bir karar veremediğimiz için üzülsem de bir başka zaman da Zadar-Split-Dubrovnik turu yaparız diye teselli bulmaya çalıştık. Mostar'dan sonra gittiğimiz yerler şehir değil de daha çok doğal güzellikler kıvamındaydı. 

Ertesi gün sabah hostelden taksi ile Umut Tüneline gittik. Umut Tüneli şehrin çok dışında olduğu için toplu taşıma ulaşım oldukça zormuş. Zaten Saraybosna'da hayat çok ucuz. Para birimleri ise Konvertible Mark. Zamanında 1,958.. gibi bir kura sabitlenmiş. Kalabalık olarak taksiye binince adam başı 3-4 Euro gibi bir rakama denk geldi. Umut Tüneli savaş yıllarında, Bosnalıları adeta hayata bağlayan, tüm hastaların  ve yaralıların barındığı bir tünel olarak kullanılmış. Dünya ile bağlantısı kesilen Bosna bu tünel sayesinde yeniden diğer müslüman bölgesi ile bağlantı kurabilmiş. Tünel diyince insanın aklında daha farklı şeyler canlanıyor ancak 200 kadar askerin çabalarıyla ilkel yöntemlerle inşa edildiği için kısa bir tünel. Buradan 1 milyondan fazla geçiş yapıldığı, yiyecek içecek ve malzeme taşındığı tahmin ediliyormuş. 

Umut Tüneli

Saraybosna insanın hayatında bir defa da olsa görmesi gereken bir yer. Zaten  hayatımızda ilk ve son defa geyikleri ile ayrıldık. Hiç farkında olmadığımız, apayrı bir dünya. Saraybosna ile ilgili yayını hazırlarken bir şeyi daha fark ettim. Nerede olduğun değil, kimlerle olduğun önemli. Evet benim annem filozof o yüzden bazen ben de incelikli ve derinlikli cümleler kurabiliyorum. Saraybosna'da görülmeye değer ne kadar az yer olursa olsun, grubumuz sayesinde çok keyifli zaman geçirdik. Münih-Salzburg gezisi de elbette güzel ve benim için farklı bir geziydi ancak bu yayını yazarken kesinlikle Saraybosna'da daha iyi zaman geçirdiğimi düşündüm.

Bu geziyle birlikte bir süre gezilere ara vereceğiz sanırım. Yarın Türkiye'ye geliyorum kısa süreliğine, bir bakarsınız Türkiye'de ne yaptım diye de bir yayın hazırlarmışım. Türkiye'de sadece çay içip, sütlaç yemek istiyorum. Gitmeden canımın patlıcan çekeceğini biliyordum, bir de patlıcan yemeği yiyeceğim. İnsanın canı patlıcan çeker mi, benimki çeker işte:) Konuyu dağıttım, her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa, iyi eyyorlamalar. 

6 Kasım 2012 Salı

Spontane Hareketler: Salzburg-Regensburg-Münich

Geçtiğimiz günlerde optimal ders programım ve 01 Kasım'da All Saint's Day kutlamaları sebebiyle 10 günlük bir tatilim vardı. Bu kadar uzun tatil olması iyi hoş ama bu tatili nasıl en iyi değerlendiririm stresine girdim maalesef. 10 gün İtalya'ya gitmek için çok uygun bir zamandı ancak hem eğleneyim hem de gezeyim istiyordum ve gezi grubumuz İtalya'ya pek de ilgi duymuyordu. Balkanlar'a mı gitsek, oraya mı gitsek buraya mı gitsek diye kara kara düşünürken, spontane hareket etmeye karar verdik. Prevoz'daki seçenekleri değerledirelim dedik. Böylece gece yarısı kendimizi Salzburg ve Münih'e doğru hazırlanırken bulduk. Planımız  Salzburg'a Prevoz ile ulaşıp, şehri günübirlik gezmek, ardından Regensburg ve Münih'e ulaşmaktı.

Öğle saatlerinde Salzburg'daydık. Salzburg'da gezilip görülecek çok fazla şey olduğu söylenemez, hatta tipik bir Avrupa şehri, hatta bir kasaba havasında. Şehrin ortasından geçen nehir, katedral, pazar. Yine İstiklal Cadde'si gibi bir caddede pek çok marka zinciri var ancak cadde eski zamanlara aitmiş gibi. Yağmurlu bir günde orada bulunduğumuz için de hiç görmediğimiz kadar şemsiyeyi bir arada gördük heralde.

Getreidegasse, Mozart'ın doğduğu evin bulunduğu sokak

Salzburg aynı zamanda Mozart'ın doğup büyüdüğü şehir. Bu sebeple her yerde Mozart müzeleri, heykelleri, çikolataları var. Mozart'ı çıkarınca geriye ne kalır bilmiyorum.

Mozart Heykeli

Şehirde yaptığımız gezintilerin dışında, Salzburg'u bir de panaromik görebilmek için kaleye çıktık. Kale yolunda güzel manzaralarla karşılaştık. Kaleye giriş ise ücretliydi. Tabii ki girmedik, bulunduğumuz yerde de görüntü açısından değişen  bir şey yoktu.

Hohensalzburg Kalesi

Kaleden şehrin panaromik görüntüsü

Salzburg'a gelmişken geleneksel şinitzellerini tadalım dedik. Gittiğimiz her yerde oraya ait bir şeyler tatmaya çalışıyoruz ancak hep hüsranla sonlanıyor. Nehrin karşı kıyısına geçerek yemek yeri aramaya başladık. Derken kendimizi bir Japon restaurantında bulduk ve geleneksel Japon şinitzelini de tatmış olduk. Ne mutlu bize!

Salzburg için bir gün yeterliydi, konaklamak için Regensburg'da Erasmus öğrencisi olan arkadaşımızın yurduna geçtik ve yılın ilk karıyla karşılaştık. Regensburg'u ziyaret etmiş sayılmam çünkü sadece gece yarısı soğuktan donarken şehrin merkezinde dolanıp, bir yerlerde oturduk. Sabah da trenle Münih'e doğru yola çıktık. Almanya'da biletler konusunda hem ilginç gelen hem de hoşuma giden bir sistem var. Bilindiği gibi Almanya 16 eyalete ayrılmış durumda ve Münih de Bayern eyaletinin başkenti konumunda. Bayern içinde geçerli olan bir tren sistemleri var. Gidiş dönüş ve 5 kişilik gruplar halinde bilet alındığında tren biletleri çok ucuza geliyor. Bu sebeple insanlar bilet makinalarının önünde insanlarla grup olmaya çalışıyorlar sürekli. Hatta bazıları tek yön seyahat edeceği için biletlerini birilerine satmaya çalışıyor. Bu şekilde biletler iyice ucuza geliyor. Tabii ki biz de biletimizi sattık ve Regensburg-Münih arası 4 euro gibi bir rakama geldi. Almanların rasyonel insanlar olduğunu düşünüyordum zaten ama içten içe buraya gelen Türklerin de bu sistemin gelişmesinde katkısı olduğunu düşünüp, kendi kendime eğlendim. Çok Türk iş bir yöntem gibi geldi, ancak çok karlı. 

2-2.5 saatlik bir yolculuğun ardından öğle saatlerinde Münih'e ulaştık. İlk iş her zamanki gibi turist bilgi merkezine uğramak oldu. Gezimize spontane çıktığımız için Münih'e dair sistematik planlar yapamamıştık. Haritamızı ve 5 dakikada Münih avucunuzun içinde konseptli bilgilendirici materyaller sonrasında gideceğimiz yerleri az çok kestirdik. Tren istasyonu çıkışında kendimizi direkt Marienplatz adı verilen şehrin merkezine attık. 1 ay sonra ilk kez büyük bir şehire geliyordum ve özlediğimi fark ettim. Hava yine çok soğuk ve karlıydı. O yüzden ilk gün pek fotoğraf çekmedim. Daha sonraki zamanlarda güneş açmaya başladı ve benim de keyfim yerine geldi. İşte güneşin açtığı ender zamanlardan birinde Marienplatz'dan bir fotoğraf.

Marienplatz'daki siyah nokta 

Bu fotoğrafta siyah bir nokta gibi göründüğümün farkındayım, çetin geçen hava koşulları nedeniyle gördüğüm ilk bereyi aldım ve bu hale geldim. Bir ara belki İskandinavyan ülkelerini de ziyaret ederim diye düşünüyordum ancak bu gezi sayesinde anladım ki ben oralara ancak yazın giderim. Kış yaklaşıyor ve korkuyorum. 

Münih'deki ilk günümüzü şehrin merkezinde ve Pinakothek müzesinde geçirdik. Arkadaşlarım mimar olduğu için gittikleri yerlerde sanata dair bir yerleri ziyaret etmek istiyorlar. O soğukta içeride bir yerlerde bulunmak benim de işime geldi açıkçası. Az da olsa benim de belli bir sanat geçmişim var ne de olsa. Bu arada Pinakother müzesine Pazar günleri giriş sadece 1 Euro, güzel bir uygulama. Sanata dair olan görevimizi tamamladıktan sonra yeniden şehir merkezine geldik ve şehri keşfetmeye devam ettik. Almanca hiç hoşuma gitmeyen bir dil olduğu için sokak isimlerine hiç odaklanamadım. Pazar akşamı olduğu için katedralde seromoni vardı. Bu seromoniye katıldık, bu da benim için değişik bir tecrübe oldu.

Münih'de konaklamamız için çeşitli çılgınlıklar yapalım dedik. Kayıtlara geçmesini istemediğim için buradan bahsetmeyeceğim ama ipucu CS olsun. Konaklamamızla alakalı işleri de hallettikten sonra akşamın geri kalanını sıcak odamızda geçirdik ve ertesi güne dair planlar yaptık. 

Ertesi gün ilk iş şehrin dışında bulunan Allianz Arena ile BMW Welt Museum'u ziyaret etmek oldu. Hangi metroyu kullandığımız hala aklımda. U6 metro hattını kullanıp, Fröttmaning durağında inilerek Allianz Arena'ya ulaşılabilir. Arena'da içeri giriş yine ücretli olduğu için biz girmedik. Stadın çevresinde dolanırken iç kısımlarını görmek mümkün oluyordu zaten. Bir gün Barcelona'ya gidersem, Nou Camp'a girmek isterim ama burası olmasa da olur. 

Allianz Arena

Allianz Arena'dan sonra BMW Welt Museum'a yine aynı metro yolunu kullanarak ulaştık. BMW'in hem showroom olarak kullanılan bir bölümü var, hem de müzesi. Müzeye girmedik ancak showroom'u ziyaret etmek bile tatmin ediciydi. İçeride motorlarla çeşitli şovlar yapılıyordu. Unutmadan, BMW'yi bi-em-dabulü olarak okuduk, rahat ettik. Türkçe'deki gibi acaba be-me-ve mi be-em-ve mi kargaşası olmadı :)

BMW Müze'sinin uzaktan görüntüsü

Showroom'un içinden bir görüntü

Daha sonra, yeniden şehir merkezine döndük Olympia Park da şehir dışında ve yolumuzun üstündeydi ama ilgimizi çekmediği için biz ziyaret etmemeyi tercih ettik.. Görülmesi gereken pek çok yer birbirine yakın olduğu için artık rahattık. Yine geleneksel Bavaryan yemeklerinden tadalım istedik ve kendimizi geleneksel Amerikan fast food zinciri Mc Donals'da bulduk. Resmen Mc Donals'da 4 öğün yedik toplamda. Isınmak, internete bağlanmak ve dinlenmek için güzel bir yerdi, ne yapalım. Neyse ertesi gün yine geleneksel yemek yeri ararken bu sefer de Tayvan yemekleri yapan, ama kostümlerle, restaurantın dekoruyla tam anlamıyla geleneksel olan bir yere giderek geleneksel Thai usulü tavuk yedik de huzur bulduk. Ancak hikayemiz böyle son bulmadı. Akşam Alman arkadaşımız bizi Bavaryan yemeklerinin yendiği, Alman müziklerinin çaldığı Hofbrauhaus'a götürdü. Kendimi tam anlamıyla Almanya'da gibi hissettim, görülmeye değer.

Hofbrauhaus'dan -Alıntıdır-

Münih'de geçirdiğimiz iki gece iki günün ardından spontane gezimizin sonuna geldik ve karayolu ile Münih'den Ljubljana'ya döndük, yine Prevoz'u kullandık ve bir sonraki gezimiz için hız kesmeden çalışmalara başladık. En kısa zamanda yeni gezi hikayeleriyle görüşmek üzere. 



4 Kasım 2012 Pazar

*Prevoz Nedir?


Slovenya'nın küçük ve birçok ülkeye komşu olması sayesinde "car pooling" uygulaması son derece gelişmiş durumda. Hatta ulaşım anlamına gelen "Prevoz" adında bir siteleri bile var. Tren biletlerinin yeterince ucuz olmaması ya da trenle yolculuğun uzun sürmesi nedeniyle de öğrenciler tarafından Prevoz çok tercih ediliyor. Mesela Viyana'ya trenle 60 euro'ya gitmek yerine 10 euro'ya kolaylıkla gidilebilir. Aslında düşününce otostoptan farkı yok ama nasıl benimsediysek artık en rahat ve güvebilir ulaşım yolu olarak görüyoruz :)

Sözün özü, prevoz kullanalım kullandıralım.
https://prevoz.org/

Reklam gibi oldu.